Bir bayram sabahı
Bugünlerde sıklıkla geriye gidiyorum. Yaşlılıktan mıdır yoksa eskilerde daha mı mutluyduk ondan mıdır bilemiyorum. Eskiden çok fazla eşyamız yoktu, elbiselerimiz, ayakkabılarımız ya da hemen her şeye bir alet-edavat uydurulan araçlar ya da benzer ihtiyaçlar yoktu. Şimdi hemen her farklı kullanım için çeşit çeşit mallar, her kıyafete ayrı ayakkabı, çorap, aksesuar var. Bunlardan birisi eksik olduğunda insanı bir şüphe kaplıyor acaba elalem ne der, aaa şuna bak kıyafetleri de pek bir uyumsuz oldu mu derler, gibi.
Çocukluğumda tarlada bahçede çalışmadan dolayı kotun dizlerinde deformasyonlar olur, bazen de yırtılırdı. Her ne kadar bu yırtıklara yama yapılsa da yine de yamanın da dayanma ömrü vardı. Birisi geldiğinde ya da dışarı çıkacakken, bu pantolonumuzu değiştirir, kimse görmesin diye yırtığa ya da yamaya elimizi kor, kapatırdık. Ayıptı... Şimdilerde ne kadar yırtık olursa o kadar çok moda hesabından ayıp kelimesi de demoda oldu.
Twitter’da bir yazarımızın topluma ayıp kelimesinin yeniden öğretilmesi gerek sözünü okuyunca, bunları düşündüm.
Evi kirli bırakmak, sokağa çöp atmak, toplum içinde rastgele konuşmak, bağırmak-çağırmak ya da başkalarını rahatsız etmek ayıptı.
Yola dökülen kayısı gibi meyveleri toplar, kenara kor üzerine basmazdık, ayıptı.
Birisinin önüne geçmek, sırası gelmeden arada kaynak yapmak, ya da belediye otobüsünde büyüklere yer vermemek de çok ayıptı.
Bu nedenle eski bayramlarda ziyaretler yapmak, en büyükten başlayarak bütün konu komşu bayramlaşmak, hâl hatır sormak gerekirdi. Bunu yapmayanlar mahalleli tarafından uyarılır, hayırdır bir sıkıntın mı var diye sorulurdu.
Bayram namazına gitmek çok zoruma giderdi, sahurdan sonra tam da uykunun en tatlı anında kalkıp gitmek, sabah seherinin insanın içini ürperten serinliğinde dışarı çıkmak da bana zor gelirdi.
Hele ki bayram namazından sonra tüm cemaatin birlikte tüm mahalleyi ev ev dolaşması, bayramlaşması, işte bu nedenle bayram namazı biter bitmez eve koşar, anne geliyorlar hesabından şekeri, kolonyayı hazır ederdik.
Bir gün önceden sokak süpürülür, sulanır, temizlenir, kapının yanları toprak olduğu için cilalanır, bayram namazından çıkacak cemaatin ziyaretine hazır duruma getirilirdi. Neler oldu da tüm bunlar Amerikan filmlerindeki gibi vurdulu kırdılı sisteme dönüştü.
Adetler ve gelenekler dediğimiz yüzyılların imbiğinden süzülmüş nadide, zarif, kırmayan, incitmeyen, kapsayıcı davranışlar, kaba, hoyrat ve acımasızca yok edildi. Bugün çok güzel mekanlarda yaşıyoruz.
Pırıl pırıl ortamlarda, bir elimiz yağda bir elimiz balda hesabından yaşıyor, sosyal medyada bayramlaşıyor, bazı yakınlarımızı arıyor, sevdiklerimizde telefonda saatlerce konuşuyoruz. Paylaşıyoruz demiyorum. Konuşuyoruz, ancak hiçbir şeyi paylaşmıyoruz, ya da paylaşsak bile sözde ve yapmacık bir şekilde yapıyoruz. Bu bakımdan hep özlemle andığımız “nerede o güzel bayramlar” diye söyleniyoruz.
Aslında değişen bir şey yok. Zaman bizi öylesine kendine benzetti ki ne olduğumuzu, nasıl davranmamız gerektiğini bile başkalarına sorar olduk. Bir arkadaşımız kendi çalıştığı kurumun web sayfasına Google’dan arayarak girdiğinde çok şaşırmıştım. Yani o derece yabancılaşmış, kendi kurumunu bile benimsememiş diye düşünmüştüm.
Ancak bedava şehir içi yolculuk, bedava sosyal medya olunca insanların neden sıkıntıya girerek, birisini ziyaret etmesinin gerekmediğini anladım. Zira ziyaret için mezarlıklara git, ama canlılarla sosyal medya aracılığı ile görüş anlayışı bana bu bakımdan biraz tuhaf geldi.
İnsanların kendisi olmaması, hep birilerine bağımlı kalarak gerçeklerden uzaklaşmak, kolayca yalan söyleyebilmek, ben olmazsam olmaz anlayışını benimsemek gibi olgular giderek sıradanlaştı. Hal böyle olunca da eskiler özlemle, yeniler ise normal biçimde anılır oldu.
Teknoloji sadece hayatımızı değil kültürel yapımızı da değiştirdi.