Filistin davası
Filistin davası
Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat ABD Başkanı Clinton’ın arabuluculuğunda 1993 yılında İsrail Başbakanı İzak Rabin’le Oslo 1 Mutabakatı’nı imzalayınca, Edward Said LondonReview of Books’ta yayımladığı “The- MorningAfter” (Ertesi Sabah) başlıklı yazısında, varılan anlaşmayı “Filistin’in Versay’ı” olarak nitelemişti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’yı yıkıma sürükleyen Versay Ant- laşması’na yapılan bu gönderme birçok açıdan anlamlıydı. Arafat 2004’te ölene dek bu mahut anlaşmanın siyasi yükünü omuzlarında taşıdı. Filistin devleti ise hâlâ taşıyor. Filistin ile İsrail arasındaki ilişkiler hiçbir zaman ikili bir ilişkiden ibaret olmadı. Bilakis, İsrail’in resmen kurulduğu 1948’den itibaren birçok devlet, özellikle de bölgenin Arap devletleri, “dava” olarak gördükleri Filistin’i o ya da bu şekilde sahiplendiler. Bu uğurda çeşitli savaşlar ve çatışmalar da yaşandı. Fakat zamanla bölgenin bazı Arap devletleri bu “davayı” omuzlarında yük olarak görmeye başladılar. Eylül 1978’de Mısır ile İsrail arasında Camp David mutabakatları imzalandığında ise Filistin bir zamanlar İsrail’i yalnızlaştırmaya çalışan Arap devletlerinin ortasında yalnızlaşmaya başladı. Filistinli şair Mahmud Derviş 1980’de Beyrut’ta şöyle yazıyordu: “Nereye döneceğim? / Ülkene! / Ülkem neresi? / Arap milletinin arası! / Ya Filistin? / Barış onu yuttu!” Doksanların başında bu defa Ürdün İsrail ile sınırlı da olsa normalleşme yoluna gitti. ABD-İsrail cephesi Oslo 1 ve 2’den sonra da Filistin karşısında hızını kesmedi. Donald Trump Kasım 2016’da seçimleri kazandığında ise olacakların işaretini çoktan vermişti. 21 Temmuz 2016’da Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olmayı garantilediği Cleveland’daki kongrede konuşan Trump “Ortadoğu’daki bütün müttefiklerimizle birlikte çalışmalıyız” diyor ve ekliyordu “buna bölgedeki en büyük müttefikimiz İsrail devleti de dahil”. Kaderin cilvesi olsa gerek, tam da Trump’ın bu konuşmayı yaptığı günlerde İsrail’in Ordu Radyosu’nda Derviş’in 1964 tarihli “Kimlik Kartı” şiirinin şu dizeleri çınlıyordu: “Kaydet! / Ben Arabım / Sen yağmaladın bağlarını atalarımın / Benim ve tüm çocuklarımın / Sürdüğü toprağı sen yağmaladın / Bana ve torunlarıma / Hiçbir şey bırakmadın / Şu kayalıklardan başka! / Söylendiğine göre hükümetiniz / Bunları da alacakmış, öyle mi?” Dönemin şahin İsrail Savunma Bakanı AvigdorLieberman bu yayına en sert tepkiyi veren isim olarak öfkesini kustu ve yapılanı Hitler’in Kavgam kitabını övmeye benzetti. Ne var ki gelinen noktada, gerçekten de İsrail, Filistinlilerin torunlarına hiçbir şey bırakmamakta kararlı görünüyor. “Yüzyılın Anlaşması” olarak lanse edilen ve yaygın şekilde “Trump Planı” olarak bilinen metin, bu niyetin talihsiz bir tezahürü. Plan, bir devlete kaderini doğrudan etkileyecek konularda onunla müzakere etmeden hazırlanmış bir tasarı dayatmak gibi sorunlu bir sömürgeci tavrın sonucu. Daha sorunlu olan ise başından itibaren bu planın hayata geçirilmesi için konunun birincil muhatabı olan Filistin yönetimi yerine, bölgedeki bazı Arap yönetimlerinin ikna edilmeye çalışılmasıydı. İsrail ile bölgedeki bazı Arap devletleri arasında, tam da böyle bir tasarı masadayken yaşanmakta olan “normalleşme” dalgası bu sürecin kaygı verici bir kilometre taşı. Süreci yakından izleyen ülkelerden biri de İran. Bunun böyle olmasında, İran’ın güncellenmiş normalleşme kervanına ilk katılan BAE ve benzeri ülkelerle Basra körfezinde yaşadığı sorunlar kadar, sürecin mimarlığını yapan Trump’ın hışmına en çok uğrayan ülkelerden biri olması da etkili. Fakat İran’ın gelişmeler karşısındaki tutum ve söylemi pek de işe yarıyor gibi görünmüyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.