Dengede kalmak
Günümüz hız çağına inat, büyük mütefekkir ve alim Hz. Mevlâna “Her gün bir yerden göçmek ne iyi, Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş, Dünle beraber gitti cancağızım, Ne kadar söz varsa düne ait, Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyerek, usul usul akmanın, yaşamı hissederek yaşamanın güzelliğinden söz ediyor. Oysa günümüz dünyası tam bir kaos ve karmaşıklığın içinde birbirini boğazlamak için fırsat kolluyor. Aslında güzel dinimizin de bize öğretisinde yavaşlık var. Bir yerde okumuştum, koşarak yakalayamazsın diyordu. Zaten Peygamber de aynısını söylemiyor mu? Eğer bir karar verecekseniz, durun, ayakta iseniz oturun, oturuyorsanız yatın, diye.
Ancak öyle bir çağda yaşıyoruz ki saniyeler bile uzun bir zaman dilimini işaret ediyor. Acele etmek yapılacak işleri kolaylaştırmadığı gibi işin kalitesini ciddi oranda bozuyor. Hız, bize mevcut düzenin bir hediyesi olarak yaşamımızın şekillenmesine neden oluyor. Hal böyle olunca da ne zaman ayın başı ne zaman sonu oluyor anlamıyoruz. Haftaya başlıyoruz, bir de bakıyoruz ki hafta bitmiş. Aylar hafta gibi yıl ise ay gibi geçiyor. Bunu sadece ben hissetmiyorum, hemen herkes zamanın hızlı akışından dert yanıyor. Zaman böylesine hızlı akıyor ise bizler ne yapıyoruz? Zamanla birlikte akıyor muyuz? Nereye gidiyoruz, hiç arkamıza dönüp bakıyor muyuz? Dünün çocukları bugünün en akil insanları olmuşuz belki, yarın değersiz birileri olacağız. Yaptıklarımıza bakınca şarkıdaki gibi “beyhude geçmiş bu ömrüm” mü diyeceğiz. Bu nedenle mevcut zamanın değerini anlamak için yavaş mı olmalıyız. Bir şeyin tadını çıkarmak anlamında keyifle okumalı, gezmeli, hissetmeliyiz. Artık film izlemek, arkası yarın radyo piyesi dinlemek zor geliyor. Buna uygun olarak en fazla 15 saniyelik tik tok videoları izliyoruz. Aynı anda yüzlerce fotoğrafa bakıyor, dinliyor, konuşuyor, anlamıyoruz. Sanki 5 duyumuz hep birden depara kalkmış gibi koşuyoruz. Nereye? Bir lokma yemek, bir hırka giymek için mi bu koşuşturmaca?
Bu bakımdan dönüp kendimize bir bakmalıyız, diye düşünüyorum. Tarihi eserleri inceliyorum, 1000 yıl önce bir taş koymuş o zamanın ustası, taş hala yerinde duruyor ve sapasağlam. Bina yapılmış aradan 1 yıl geçmeden, orası çatlıyor, burası patlıyor. Acaba insanlık hız ile birlikte düşünme yetisini de mi kaybetti? Aradan yıllar geçmiş iç plan, dış mekânın oturduğu yer dahası estetik bir araya getirilmiş ve hiçbir şey olmadan sapasağlam duruyor. O zaman kendimize şu soruyu sormak gerekmez mi? Bizim hangi yaptığımız kalıcı olacak, ya da daha ilginci kalıcı olmalı mıyız? Eğer geleceğe bir miras bırakamayacaksak bunca çaba, yalan dolan yapılan aldatmacalar gerekli midir? Nihayet 1 kap yemekle herkes doyar mı? Bundan çok değil 40-50 sene önce sadece 1 kap yemek olurdu ve sofraya her oturan doyar, tok kalkardı. Bugün porsiyonları standartlaştırdık, çoğalttık ancak doyuramadık. Sofraya oturan yine aynı ancak yetmiyor ise o zaman yaptığımız işin doğruluğuna bir daha bakmak gerekir. Elbette israfa düşen bir diyetten, o eğri, bu yamuk denilen düşünceden doğru bir beslenme çıkmayacağı gibi herkesin de tok olması düşünülemez. Diğer taraftan çok da eski olmayan zamanda herkesin doyduğu sistem bugün sosyalleşme çerçevesinde yemekteyiz seremonisine dönüşmüş durumda. Saatlerce belirli bir sırayla getirilen yemekler, yenmeyen, beğenilmeyen garnitürler, nereden geliyor dersiniz?
Bugün belki de en önemli sorunumuz, doymak bilmeyen egolarımızdır. Öyle ya egomuz doysa mutlaka bedenimiz de doyar mı? Bu nedenle dengeyi korumak, günümüz teknolojisini, anlayışını daha da önemlisi hızını dengelemek, yaşamanın farkına varmak anlamı taşıyor. Hızın içinde olup, ayaküstü bir şeyler yerken, telefonlarla konuşurken kaçırdıklarımızın farkına varabiliyor muyuz? Ya da hızda kayboluyor muyuz? Oysa bir söz var ya “panik yok, yetişir” diye. İşte, bunun gibi yaşamayı anlamlı bir sürece döndürmek, yaşamın her anını değerlendirmek, etrafımıza bakmak ve usul usul akmak gerekir. Zira koşarak, yetişemeyiz…