Nurcan Yalçınkaya

Nurcan Yalçınkaya

Dağdaki çoban

Dağdaki çoban

Bizler eğitim alırken, çocukluğumuzda zaman zaman şu sözlere maruz kalırdık; ‘’okuyun, okuyun da dağdaki çobandan bir farkınız olsun ! ‘’ O zamanlar anlamazdım fakat sanırım nasihat veriyorlar okumamız için derdim ! Oysaki benim rahmetli dedem de dağda çobanlık yapmıştı, tarlada da ırgatlık... Biz çocukken tarlaya giderdik, ailem tarlada çalışır, ekin sürer, patos denilen harman kaldırma makinesini çalıştırarak o ekinleri sap, saman şeklinde ayırırdı. Her türlü ürün kullanılırdı, çöpe atılmazdı. Ben de bazen ‘’tırmık’’ denilen aletle kendimce tarlada ya tırmık yapar ya da onları izlerdim, oradan geçen çobanları ve sığır sürüsünü de görürdüm. Dağdan gelen çobanlar hep çalışırdı, bize dağdaki çobandan farkınız olsun diyenlerin ne demek istediklerini de hiçbir zaman anlayamıyordum. Köyde civciv, tavuk, inek, kedi, köpek gibi her türlü hayvan vardı, hatta geceleri karşı dağlardan gelen kurt ulumaları da duyuluyordu fakat hiç korkmazdım. Hayvanat bahçesi nedir bilmiyorduk. Büyüyünce de kitaplarda şu yazıyı çok okudum, Atatürk diyordu ki; ‘’köylüler şehirlilerin efendisidir.’’ bu söz beni çok etkiliyordu. Çocukluğumda köyde çok zaman geçirdim. Dedem ve babaannem sabah hava aydınlanmadan inekleri sağıyor, sığıra sürüyor, sonra tarlaya gidip hava kararınca dönüyorlardı. Akşam olunca da dağdaki çobanın getirdiği inekleri ahıra koyup tekrar sağıyorlardı. O kadar çok çalışıyorlardı ki onların ağzından hiçbir zaman ‘’yoruldum!’’ kelimesini duymadım. Köyde bakkal market de yoktu, hatta televizyon siyah beyazdı ve çok az kanalları seyrediyorduk. Sesi cızırtılı bir radyodan haberleri dinler dünyadan öyle haberdar olurduk, onun sesi de arada bir gider radyo her yerde çekmezdi. Teknoloji çok gelişmemişti fakat sürekli üretim vardı, diğer köylüler de sürekli çalışıyor, üretiyor, dışardan bir şey satın almaya ihtiyaç duymuyorlardı. O zaman değil bilgisayar, cep telefonu bile yoktu. Ben köyde babaannemlerin yanında kalırken, şehir merkezinde yaşayan ailemle bile görüşemiyorduk, kablolu ev telefonu köydeki evimize sonradan gelmişti, o zaman annem arada bir ararsa konuşuyorduk, ‘’el bebek gül bebek’’ kavramlarını da çok bilmiyorduk. Çalışan kesim köylü büyüklerimin yanında ben de boş kalmazdım ne iş varsa gücüm yettiğince ben de yardıma giderdim. Çamaşır makinesi, bulaşık makinesi falan da yoktu. Eşek sırtında dereye çamaşır, halı, yün yıkamaya giderdik, orada bakır leğen ile tokaç dedikleri ağaçtan yapılmış eşyayı taşın üzerindeki çamaşırlara vurarak çamaşır yıkardık, elime küçük tokaç verirlerse çok hoşuma giderdi, oyun oynadığımı zannederek ben de çamaşırı onlar gibi yıkamaya çalışırdım. Büyükler tarlada bağ, bahçede çalıştıkları için bulaşıkları genelde ben yıkardım. Köydeki çocuk arkadaşlarımla toplanır mevsimi geldikçe bahçelerden alıç, ahlat, böğürtlen, elma, armut, kayısı, meyve toplamaya giderdik. Orada yediğimiz meyveler o kadar lezzetliydi ki... Domates, salatalık, sebze, meyve, yeşillik ve daha niceleri… Bahçelerimizde her şey olurdu. Çocuklarla dere kenarına piknik yapmaya giderken taze taze kopardığımız o sebzeleri ve babaannelerimizin yaptığı bazlama ile yufkayı götürüp yerdik. Kışın sobada yakmak için tezek yaparlardı, sobada onu yakarak ısınırdık. O zaman hormonlu hormonsuz sözlerini hiç duymazdık çünkü yediğimiz her şey organikti; süt, yoğurt, yumurta gibi besinleri de zaten köylüler üretiyordu. ‘’Üretim yapmak’’ hayatın olağan akışı içerisinde zaten olması gereken bir olguydu. Kışa hazırlık için de yetiştirdiğimiz ürünler konserve yapılırdı. Pekmezler, reçeller, buğdaylar kazanlarda kaynatılırdı. Pişince sıcak sıcak o ürünleri yemek çok lezzetliydi. Köydeki evimize suyu bidonlarla çeşmeden taşırdık, hatta bir de su taşımak için demir omuzluk vardı, o omuzluğu insanlar sırtına takarak o ağır bidonları çeşmeden doldurup eve su getirirlerdi. Biz çocukken eğitim öğretim hayatına başlayınca ‘’okuyun, dağdaki çobandan farkınız olsun!’’ diyorlardı ama benim çoban olan dedem sürekli çalışıyor, hep üretiyor, başkalarına muhtaç olmadan hayatını sürdürüyordu. Acaba bu sözü hangi maksatla söylüyorlar ne gibi nasihat vermeye çalışıyorlardı. Köye yakın olan kasabaya haftada bir gün köyümüzden eski minibüs kalkardı, semt pazarına giderdik. Orada da köylüler ve çobanlar hep kendi elleriyle yetiştirdiği ürünleri satarlardı. Her türlü ihtiyacımız üretiliyordu, üstelik giydiğimiz yünlü hırkaları bile köylüler üretiyordu. Koyunların yününü ağaçtan bir aletle eğirerek ip haline getiren büyüklerimiz, o iplerle örgüler örüyordu. O yünlerden yapılan kıyafetler de sıcacık tutuyordu. O zamanlar üretim toplumunun içinde meğer biz çocuklar da üretimin bir parçası oluyormuşuz da ben bilmiyordum fakat bunu şimdilerde anladım.

Günümüzde okul öncesi eğitim kurumlarının bazılarında ‘’Montessori’’ eğitim tarzı uygulanmaya çalışılıyor. Bu eğitim tarzı bizim o köyde gördüklerimizi anaokullarında yerleştirmeye çalışıyor. Öğrenciler ekip, biçsin, kendileri üretsin, uygulamalı eğitim görsün, iş içinde eğitim alsınlar gibisinden… Bu çok güzel bir yöntem elbette ki ... Eğitim, öğretim hususunda çok güzel bir gelişme evet... Fakat günümüzde insanoğlu üretim yerine tüketimin öyle bir parçası olmuş ki, bugün okuldaki o öğrencilere o uygulamalı eğitimler verilirken yine satın alınan ürünlerle bu gerçekleştiriliyor, saksılarda yetiştirilen süs bitkileri ve hormonlu bitkilerle bu eğitim veriliyor. Yeni nesiller günümüzde cam fanus içinde hazır balık yemi atarak süs balıkları yetiştiriyorlarken; biz o zamanlar deredeki doğal ortamlarda yetişen balıklara babaannelerimizin yaptığı, ekininden ununa kadar kendileri ürettiği bazlama ekmeğini atıp, o balıkların o ekmeği nasıl yediklerini izliyorduk…

Dağdaki çoban olan dedemle de hep onur ve gurur duydum, rahmetler içinde anıyorum. Evet köylülerin pek çoğunun okuması yazması bile yoktu, hatta babaannemim de okuması yazması yoktu ama onlardan aldığım ‘’görgü kuralları, edep, ahlak, terbiye ve vatanseverlik’’ gibi eğitimleri de hiçbir yerde almamıştım. Günümüzde okuma yazma oranı arttı, okuyarak dağdaki çobandan farklı da olduk... Çünkü dağdaki çoban üretiyordu fakat bizler ne yazık ki dağdaki çoban gibi üretemiyoruz... Sözler o kadar tesirlidir, o kadar güçlüdür ki... Küçücük bir çocuk bile yıllar boyunca acaba bu sözle ne anlatılmak isteniyor diye düşünebilir. Tıpkı benim bu sözü düşündüğüm gibi… ‘’Okuyun, okuyun da dağdaki çobandan farkınız olsun ?!’’ Hepinize de saygı ve muhabbetlerimi sunuyorum. Sevgiyle kalın...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Nurcan Yalçınkaya Arşivi