Ramazan Yüce

Ramazan Yüce

Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla!

Bu Yazımı Cami Görevlileri de Okur Umuduyla!

1976 veya 1977 yılları olsa gerek. İlkokul beşe geçtiğim veya bitirdiğim yılın güz aylarından bir cuma günüydü. Babam bir inşaatta amele olarak çalışıyor. Annem babam için azık hazırlamış, cumadan hemen sonra kendisine götürmemi istedi. Aman gecikme diye de sıkı sıkı tembihledi.

Elimde azık çıkınıyla birlikte yola çıktım. Cumayı nerede kılayım diye düşündüm. Kendi camimizde mi kılayım yoksa babamın çalıştığı yere yakın Büyük Camide mi? Ama Büyük Caminin cemaati camiden geç çıkardı. Çünkü caminin imamı Sarı Hoca namazı yavaş kıldırırdı. En iyisi namazı daha hızlı kıldıran mahallemiz imamı Esat Hoca'nın arkasında yani mahallemizde kılmalıydım. Çünkü inşaatta çalışan, bedenen efor sarf eden bir kişi kurt gibi acıkır, dört gözle öğle yemeğini bekler. Bekletmeye gelmezdi.

Aşağı mahalle adıyla bilinen mahallemiz camiine cuma kılmak için elimde azık çıkınıyla birlikte girdim. Tanımadığım biri vaaz veriyordu. Minberin önünde Esat Hoca yerine sarık ve cübbesini giymiş bir genç oturuyordu. Az sonra vaaz veren Çumra Müftüsü olduğunu tanıttı. Beldemize her zaman gelemediğini, bugün fırsat bulup geldiğini, gelirken de Çumra İHL son sınıfta okumakta olan bir genci hutbe okuyup namaz kıldırması, bir kişiyi de müezzinlik yapması için getirdiğini söyledi. Ardından çiftçilikle uğraşan kasabamızın şimdi ekin-harman ve ekim-dikim zamanı olmadığını, kimsenin işi gücü olmadığını, şimdi zamana bağlı kalmadan vaaz vermenin tam zamanı olduğunu, rahat olup bağdaş kurmamız ve kendisini dinlememiz gerektiğini ekledi. Kendisi de bir güzel bağdaş kurdu mihrabın önünde.

Cuma ezanı okundu. Ne kadar vakit geçti bilmiyorum. Müftü Bey bir güzel konuştu. Konuştukça konuştu. Bitirmedi bir türlü. Hocamız güzel konuşuyordu ama ben onu tam dinleyemiyordum. Çünkü aklım-fikrim babamdaydı. Ona azığını yetiştirmem gerekiyordu. Çıkıp gitsem mi acaba dedim. Ama daha cumayı kılamamıştım. Olmazdı. Haydi hocam! Ne olur, bitir şu konuşmayı! Herkesin işi olmayabilirdi ama benim işim vardı dedim içimden. Ne mümkün efendim! Konuştukça açıldı müftü bey! O zamanlar küçük bir çocuk olsam da müftü; içini, bildiklerini ve tüm birikimlerini camimize boşalttı desem yeridir. Tıpkı seyis hikayesinde papazın vaaz vermesi gibi. (Bu yazıda anlatılan hikayeyi okumak için https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2017/10/bu-dugunu-gormediyseniz-cok-sey-kacrdnz.html)

Vaaz ne zaman bitti, cumayı ne zaman kılabildik hatırlamıyorum. Bildiğim tek şey benim evdeki hesabın camide tutmadığıydı. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Namazı nasıl kıldım, caminin arkasına koyduğum nevaleyi nasıl aldım, çarık ayakkabılarımı nasıl giydim, camiden nasıl çıktım, nereye bastım bilmiyorum. Bildiğim deli danalar gibi dörtnala koştuğum. Koşarken Büyük Caminin önünden geçtim. Ne cemaat vardı caminin önünde ne de imam. İn-s- cin top oynuyordu. Sarı Hoca camiyi kilitlemiş, evine çekilmişti çoktan.

Nihayet babamın çalıştığı yere yaklaşırken durmadan nerede kaldı bu çocuk diye sağına soluna bakınan, bir taraftan da çalışan babamın daha ben yanına gelmeden bana olan hışmını el kol işaretinden anlayabiliyordum. Yanına varmadan kızmaya başladı. Nerede kaldın, saat kaç oldu dedi. Cumadan yeni çıktım dedim. Bu saate cuma mı kaldı dedi. Müftü gelmiş, vaaz verdi dedim. Cumayı kılmadan çıkıp gelseydin dedi. Ardından elimdekini almasıyla birlikte bir kenara çömeldi. Zaten açlığa dayanamayan, kolay kolay öğün kaçırmayan babam aç kurt gibi yemeye başladı. Bir taraftan da sana göstereceğim der gibi kafasını salladı durdu bana. (Meğersem birlikte çalıştığı arkadaşları cumadan sonra yemeklerini yemiş, babam bir güzel onlara bakmış, ardından işe koyulmuşlar. Onlar tok, babam ise aç bir şekilde.)

Babamın işe yeniden koyulmak için sinirli ve hızlı bir şekilde yediği yemek kabını aldıktan sonra evin yolunu tuttum. Ama içimde görevimi yapmış bir kişinin hazzı yoktu. Çünkü babamı memnun edememiştim. O zaman düşündüm mü bilmiyorum ama bugünden o güne bakınca rahmetli babamı gözümün önüne getirdim. Kendisini tanıdığım andan itibaren bir vakit namazını geçirdiğini görmedim. “Namaz kocatmaya gelmez” ve 27 kat sevabı var derdi hep. Tüm namazlarını camide cemaatle kılar, eve gelince de ilave nafile namaz kılardı. Namazlarını kılarken de ağır ağır ve huşu içerisinde kendisini namaza verir, namazdan çalmazdı. Aceleci biriydi ama iş namaza gelince namazın hakkını tam verir, aheste aheste kılardı. Bizi de namaza teşvik eder, kılıp kılmadığımızı ve camiye gidemediğimiz zaman niye gelmediğimizi sorardı. Namazımızı kıldığımız zaman sevinçten dört köşe olurdu. Namaz kılmayan birini gördüğünde kızar ve “Yiğidin alnı secdeye gelir mi” diyerek esprisini de patlatırdı.  Ama nedense bu sefer kıldığım cuma namazından memnun olmamış ve “Kılmadan çıkıp gelseydin” demişti bana. Bunu herkesten beklerdim de babamdan beklemezdim. Demek ki canına tak etmiş, beklemek ve açlık. –Devam edecek-

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ramazan Yüce Arşivi