Almak – Vermek
Bugünün toplum yapısı içinde en büyük sıkıntılardan birisi almadır. Hemen herkes alma peşinde koşmakta ancak hiçbirinde verme gibi bir olay olmamaktadır. Eskiden konu komşu, eş dost birlikte hareket eder, birbirine her türlü malı verirdi. Çocukluğumdan hatırlıyorum, annem tandırda ekmek yaptığında sokağın başından sonuna kadar birer ikişer ekmek dağıtır, başka zamanlarda da diğer konu-komşudan gelen ekmekleri yerdik. O zamanlarda para biriktirme gibi bir dert olmadığından hemen herkes kışı geçirmeyi düşünür, yazın ise bolluk içinde geçerdi. Şimdi düşünüyorum da henüz vahşi kapitalizm ile tanışmayan toplumda işbirliği, yardımlaşma, dahası kendinde olandan başkasına verme vardı. Kapımızın önünden akan çay, yazın kurur, ilkbaharda dolu dolu akardı. Çay boyunda sadece bizim evin önünde 2 metre genişliğinde küçük bir beton köprü vardı. Diğer her taraf betondan azadeydi. Bazı evlerin önü sertleştirilmiş toprak, bazen de birkaç sille taşı ile kaplı olurdu. Sokağın içinde bizim evin önündeki 2 metrelik beton köprü neredeyse tüm komşular tarafından kullanılır, çocuklar olarak bizim de oyun alanımızı oluştururdu. Karşı komşumuz İnliceli Mehmet ağa işten eve gelir, çaylar demlenir, köprü üzerinde herkese birer bardak düşer düşmez içilirdi. Çay içimi esnasında sokaktan kim geçti ise mutlaka çaya davet edilir, bir bardak çay içmeden asla yoluna devam edemezdi. Mehmet ağa yoldan birisi giderken onu durdurur, mutlaka bir bardak çay içmesini sağlardı. Hatta bunu zorla yaparak bazen de kırıcı olabilirdi. Diğer bir deyişle döve döve çay içirmek böyle olur gibisinden. Şimdi düşünüyorum da birisinden bırakın çay içmeyi, selam verdiğinizde bile, gözünüze acaba şimdi ne istiyor gibi bakılmakta. Sitede oturan yan komşumuzun kim olduğu, bir derdi sıkıntısı olup olmadığı bile bilinmemekte. Paraya mı ihtiyacı var bilinmemekte, hoş yanımızda olsa bile adres olarak banka tarif edilmekte. Böyle bir durumda vermek rafa kaldırıldı, alma, ancak hangi şart ve koşulda olursa olsun almak ön plana çıkarılmış oldu. Elbette o zamanın toplumsal yapısı içinde hemen herkes birbirini tanır, neye ve ne kadar ihtiyacı olduğu bilinirdi. Böylece evdeki kişi sayısına göre verilecek olanlar verilirdi. Elbette şehirlerin gelişmesi, çok katlı binaların yapılması ve gelişen bir ekonomi içinde toplumsal ayrışma gerçekleşmeli, bunda bir sakınca bulunmamaktadır. Ancak hızla kapitalistleşen toplum bireyselciliğe çok hızlı bir dönüş yapmış durumda. Bu da hemen her şeyin kısa süre içinde tüketildiği bir yapıya dönüşmüş bulunmaktadır.
Büyük mütefekkir düşünce insanı Prof. Dr. Mehmet Kaplan “Türk Milletinin Kültürel Değerleri” kitabında Türk Şehirlerini anlatmaktadır. Orada şehirlerdeki manevi dokudan bahsederek, şehirler bu doku etrafında abide denilebilecek güzel eserlerle süslenmiştir, der. Devamla bugün Türkiye’de büyük bir gelişme var, ancak maalesef bu yeni Türk şehirlerinin güzel olmadığını, birbirine benzeyen apartman yığınlarından ibaret olduğunu söylemiştir. Bu şehirlerde eski Türk şehirlerini yoğuran o muazzam manevi hava, güzellik ve kutsallık duygusunun olmadığı belirtilmektedir. Bu bize şehirleştiğimizi ancak maneviyatımızı kaybettiğimizi göstermektedir. Diğer bir deyişle o eskiden verilen ekmek kokusu bugün yoktur. Sürekli alma üzerine şekillenen davranış biçimlerinin toplumu getirdiği noktada, verme unutulmuş durumda. Bu da tipik bir tüketim toplumu olduğumuzu, ne olursa olsun alacağımızın göstergesi haline geldiğimizi göstermektedir. Dolayısıyla eskinin verme üzerine şekillenen davranış biçimleri değişmiş, almaya dönmüştür.
Bugünkü kapitalist yapının açık biçimde görüldüğü Amerika’da, kimse kimseye menfaatsiz şekilde bir şey vermemektedir. Bir süre bulunduğum bu ülkede gördüğüm ve yaşadığım olaylar, vahşi kapitalizmin insanları nasıl etkilediğini açıkça göstermektedir. Orada öğrendiğim kadarıyla herkesin, her şeyin bir değeri vardır. Dolayısıyla birisine bir şey vermek değil, almak ön plana çıkmaktadır. Diğer taraftan sürekli almak, her malın kolayca tüketilmesine neden olmakta, bu durum sürekli bir yenilik ve değişimin olmasını tetiklemektedir. Sürekli alındığından, israf edilmekte, ne kadar çok alınır ve israf edilirse o kadar çok gelişmişlik gözüyle bakılmaktadır. Oysa hem kültürümüzde hem de dinimizde almanın değil, vermenin kutsiyetinden bahsedilmektedir. Öyleyse henüz tam kapitalistleşmemiş ülkemizde vermenin de bir değerinin olduğu ve mutluluğun vermede olduğu öğretilmelidir.