Türk mutfağının sessiz zenginliği
Her ülkenin bir dili, bir tarihi, bir melodisi vardır; bizim ülkemizin ise bir de kokusu var: Soğanla salçanın kavrulurken yaydığı o tanıdık koku... Bu koku, bir evin içinden sokağa taşar; çocukluğumuza, annemizin eline, babaannemizin tarif defterine uzanır. Türk mutfağı işte böyle bir hazinedir; tariflerden değil, yaşanmışlıklardan beslenir.
Bugün dünya mutfakları arasında konuşulan, ödüller alan ya da restoran zincirlerine dönüşen lezzetlerin çoğu, gösterişli sunumlarla dikkat çekerken; Türk mutfağı sadeliğinde saklı bir derinliği taşır. Dışarıdan bakıldığında bir "etli yaprak sarma" sıradan bir yemek gibi görünebilir. Oysa o yemeğin içinde el emeği, sabır, gelenek ve aile sohbeti vardır. Sararken yanına oturan komşu, birdenbire hatırlanan bir anı, belki yıllar sonra anlatılacak bir bayram hikâyesi de o tencerenin içine girer.
Kebaplarıyla, zeytinyağlılarıyla, çorbalarıyla, turşularıyla, tatlılarıyla Türk mutfağı; sadece damaklara değil, kalplere de hitap eder. Üstelik bu zenginlik yalnızca birkaç bölgeyle sınırlı değildir. Gaziantep’ten Edirne’ye, Karadeniz’den Ege’ye kadar her yörenin kendine has malzemesi, pişirme tarzı ve sunumu vardır. Aynı yemek, şehirden şehre farklılaşır; çünkü coğrafya, tarih ve kültür bu mutfağın içine sinmiştir.
Bugün fast food zincirleri çocukların damağını ele geçirirken, bizler mutfaklarımızda kaybolmaya yüz tutan tarifleri yeniden hatırlamak zorundayız. Çünkü mutfak sadece yemek pişirilen yer değil; kültürün, aidiyetin ve kimliğin korunduğu bir kaledir. Her kavrulan soğan, her açılan yufka, aslında bu toprakların geçmişine açılan bir kapıdır.
Unutmayalım; Türk mutfağını yaşatmak, sadece yemek pişirmek değil, bir kültürü geleceğe taşımaktır. O yüzden bugün sofraya oturduğunuzda, sadece yediğiniz yemeğe değil, onun hikâyesine de kulak verin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.