Küçük bir ilçede görev yaparken lise 2 veya lise 3.sınıf bir kız öğrencinin “okul dışında uygunsuz şekilde, ipsiz-sapsız biriyle gezdiği, bir erkekle beraber metruk bir eve girip çıktığı” bilgisini bir öğretmenim bana iletti. Müdür yardımcısından, bu öğrencinin annesine telefon açıp okula davet etmesini istedim. Yardımcım bana “Hiç tavsiye etmem. Çünkü ben bu aileyi tanıyorum. Siz daha bu aileyi tanımıyorsunuz. Bu kızın ablasını biz, sizden önce mezun ettik. Onun da bu tür ilişkileri hatta daha fazlası vardı. Annesine söylediğimizde ‘Siz ne karışırsınız benim çocuğuma’ dediğini, kendisine epey laf saydığını, bu ailenin çok modern bir aile olduğunu ve bu tür ilişkilere sıcak baktığını ” söyledi. Hocam, anneyi çağıralım. Biz ona durumu izah edelim. Laf sayacaksa varsın yine laf saysın. Ailenin bilgisi olsun. Sıcak bakıp bakmaması ona kalmış. Biz görevimizi yapalım,” dedim.
Anneyi çağırmıştım ama ne diyecektim. Beni bir düşüncedir aldı. Çünkü yardımcımın söyledikleri de malum.
Anne geldi. Odama aldım. Direk konuya girmedim. Kendimi tanıttıktan sonra kendisine, “Kızının gelecek vaat ettiğini, zira bu kapasitesinin olduğunu, inşallah önümüzdeki yıl mezun ettiğimizde istediği bölüme girebileceğini, ama halihazırda kendisini tam derslere veremediğini, böyle giderse üniversite kazanmasının hayal olacağını, çünkü kendisini dersten ziyade başka işlere verdiğini, ergenliği farklı bir şekilde yaşadığını…” söyledim. Beni dikkatli bir şekilde dinleyen anne, “Biraz daha açık konuşur musunuz” dedi. “Lise öğrencileri arasında ergenlikten kaynaklanan duygusal ilişkiler olabileceğini, öğrencilerin karşıt cinse ilgi duymasının doğal olduğunu, ama liseyi bitirmeden bir gönül ilişkisine girmenin, aklın önüne duyguyu geçirebileceğini, bunun erken olduğunu, bunun da derslere olumsuz yansıması olabileceğini, hedefi olan bir öğrencinin derslerle beraber duygusal ilişkiye girmesinin bir koltukta iki karpuz taşımaya benzediğini…” ilave ettim. Kadın, “Hocam, dediklerinize katılıyorum. Ben çocuğumun okumasını istiyorum. Sizden istediğim, biraz daha açık konuşmanız” dedi. Bunun üzerine “Bildiğim kadarıyla buralı değilsiniz. Çocuğunuzun işi-gücü olmayan biriyle evlilik yapıp yapmamasına nasıl baktığını” sordum. “İleride evlenecek ama halihazırda çok erken. Üstelik kızımın doğru bir tercih yapmasını isterim. Çünkü ben doğru tercih yapmamanın sıkıntısını hep yaşadım. Kızımın aynı durumla karşılaşmasını istemem” dedi. “Biraz uzattım ama bu açıklamaları yapmam gerektiğini düşündüm. O zaman sadede geleyim. Kızınızın okul dışında metruk evlere girip çıktığı şeklinde bir duyum aldım. Yanlış anlamayın, kızınız orada nahoş hareketlerde bulundu demiyorum. Ama burası küçük bir yer. Yarın dedikodu ve iftira, alır başını gider. Kızınız ve siz, bundan olumsuz etkilenebilirsiniz. Bu durumdan ne eşinizin ne de kızınızın haberi olsun. Bu konuda kızınızı suçlamadan, hiçbir şey yokmuş gibi kızınıza yol göstermenizde fayda var. Yine de karar sizin” dedim. Anlattıklarıma, kadının ne tepki vereceğini beklemeye koyuldum. Kadın tepki vermediği gibi bana birkaç defa teşekkür etti. Hatta giderken “Hocam, kızımla ilgili en ufak bir şeyde kendisini arayabileceğimi, okula gelmediği zaman haberinin olmasını istediğini, kendisinin de takipçisi olacağını” söyledi.
Tepki beklerken annenin bana teşekkür etmesinden, ziyadesiyle memnun oldum. Şükür ki bu meseleyi kırmadan, dökmeden yapabildim. Ama bu işi yaparken suçlamadan, yanlış anlaşılmaya müsait, maksadı aşacak bir cümle kurmaktan özenle kaçındım. Neredeyse kırk takla attım. Onu gelin, bana sorun. Bu görüşmeden sonra da kızıyla ilgili olumsuz bir duyum bana gelmedi.
Başımdan geçen bu anekdotların benzerleri çokça başıma geldi. Yaşantısı ne olursa olsun, erkek-kız, tüm çocukları kendi çocuğum gibi bildim. Onlara rehberlik yaptım. Sorunu önce kendim çözmeye çalıştım. Olmadı ise ailelerine konuyu açtım. Birlikte sorunu çözdük. Bugüne kadar da “Siz kim oluyorsunuz? Benim çocuğuma ne karışıyorsunuz” tepkisiyle karşılaşmadım.
Ne kadar alakası var bilmiyorum ama konuyu Sakarya Üniversitesi Tarih ABD öğretim üyesi Sayın Ebubekir Sofuoğlu’nun bir TV kanalında yaptığı konuşmaya getirmek istiyorum. Sayın Sofuoğlu’nun, “Üniversiteler, neredeyse fuhuş yuvası. Bunun istisnası yok. Apartlardaki durumu gidin, emlakçiye, komşulara sorun” sözleri tepkilere neden oldu. Bir kesim, kendisini bu sözlerinden dolayı savunsa da bu sözleri üzerine savcılık kendisine soruşturma, üniversitesi de inceleme başlattı. Toplumun diğer kesiminden de büyük tepki aldı.
Aslında Sofuoğlu’nun dile getirdiği fuhuş, bu ülkede kangren olmaya doğru giden bir sorun. Bu meseleye el atılması, dikkat çekilmesi gerekirdi. Ama bu meseleyi dile getirirken Sofuoğlu’nun, istisna kabul etmeyecek şekilde bu meseleyi genelleştirmesi, tüm üniversitelerde bu durumun olduğunu söylemesi yanlış olmuştur. Şimdi her üniversitede okuyan, her apartta kalan töhmet altında kalacaktır. Sofuoğlu, keşke bu konuyu dile getirmeden önce bu konuyu, nasıl, ne şekilde, hangi üslupla ifade edeceğini düşünmüş, söyleyeceği kelime ve cümleleri özenle seçmiş olsaydı. Şimdi bu aşamadan sonra toplumun her katmanında gizli-kapaklı yürüyen, gittikçe alenileşen bu ahlak erozyonundan ziyade, bu konuşma üslubu ve yapılan genelleme tartışılacaktır. Bu da bizi maksada ulaştırmayacaktır. Bence meselelere parmak basmadan önce meseleyi kime, ne şekil, hangi ortamda, hangi cümlelerle anlatacağımıza karar vermemiz gerek. Bunun için bin düşünüp bir konuşmak lazım. Bunun yolu da üsluptur. Hatta bundan hareketle, her şeyin başı üsluptur dense yanlış olmaz. Üsluba dikkat etmeyeceklerin, bir şeyi yaparken bir başka şeyi yıkacak olanların, bir konuyu gündeme getirmemelerinde ve susmalarında fayda var.