Şeytanlığa gerek yok
Hazreti Ali ne güzel söylemiş. “Haksızlık karşısında ses çıkartmayan dilsiz şeytandır” Ne yazık ki, dilsiz şeytanlarla dolu bir ülkede yaşıyoruz. Nasılsa “bana dokunmuyor” diye sağır oluyoruz. Duysak bile “kulak arkası” ediyoruz. Görsek bile “bakar kör” oluyoruz. Yani anlayacağınız, üç maymunu oynuyoruz. Duymadım, Bilmiyorum, Görmedim.
Susmamız gereken yerde gevezelik yapıyor, konuşmamız gereken yerde ağzımızı kapatıyoruz. “Aman rahatım bozulur, koltuğumdan olurum, koltuğum sallanır” düşüncesiyle hep susuyoruz. Dilsiz şeytan oluyoruz. Dilimizin de şahitlik edeceği mahşer gününü hiç hesaba katmadan yaşıyoruz.
Tercih sizlerin, adil olmayan bir davranış karşısında susmak mı? Yoksa karşısında olmak mı? Onurlu olan tercih, haksızlık kimler tarafından yapılırsa yapılsın mazlumdan yana zalime karşı durmaktır. Karşısında olmaktan kastım; asla savaş açmak anlamında değildir. Yanlış yapanlara hatalarını söylemediğimiz zaman, o kimseler her yaptığı davranışı kendi hakkıymış gibi kabul edecek ve hiç rahatsızlık duymayarak kasıla kasıla gezecektir.
Yaptıklarını doğru bilecektir ki, bu çok büyük bir vebaldir. Unutulmamalıdır ki! Zalimler gücünü onu alkışlayanlardan alır. Aşağıdaki hikayede tilki misali kurnazca “yiyecekleri sana hak ettiğin için değil de, korkumdan veriyorum” diyebilmektir. Bizler dilimizin döndüğü, aklımızın yettiği ölçüde haksızlığın karşısında durmamız gerekir.
Şükürler olsun ki ilahi adalet var. Haksızın haklıyı ezip, güçlünün güçsüzü, haksızın haklıyı ezip geçtiği şu zamanda yapılan zulümlere suskun kalmayı tercih eden dilsiz şeytanlardan elbet bir gün hesabının sorulacağı kesin. Bu huzur içimi son derece rahatlatıyor. Zira herkes bir gün sonsuza dek susacak, o sustuğu gün istese de konuşamayacak. Bildiği halde sustuğunun hesabı mutlaka sorulacak. Bu sebeple dünya menfaatleri için, hırslarımız için, ihtiraslarımız için “şeytanlığa gerek yok”. Ölüm var, her şeyin açığa çıkacağı hesap günü var. Yüce rabbim cümlemize “hesabını veremeyeceğimiz” adımlar attırmasın.
"Bir gün bir aslan, bir kurt ve bir tilki birlikte avlanmak üzere sözleşerek ormanda dolaşmaya başladılar. Birbirlerine yardım edecek, bol bol avlanacaklardı. Gerçi bu iş aslanın zoruna gidiyordu lakin sabrediyordu. Üçü birden dolaşıp uzun bir süre avlandılar, derken bir yaban öküzü, bir dağ keçisi bir de semiz tavşan avladılar. Bir çeşme başına geldiler, uzun süre dolaşmış, yorulmuşlardı.
Dinlenmek için mola verdiler.
Aslan; “Ey kurt, bu avladığımız hayvanları adaletli bir şekilde paylaştır, adaleti yeniden ihya et” dedi.
Kurt kalktı, kendinden son derece emin adımlarla yürüdü.
Yaban öküzünü aldı, aslanın önüne bıraktı;
“Efendim”, dedi. “En büyüğümüz siz olduğunuz için yaban öküzü sizin hakkınız. Keçi orta boyda ve orta irilikte, o da bana düşer. En küçüğümüz tilki olduğuna göre tavşanda onun hakkıdır” dedi.
Bu paylaşımın karşısında aslan öfkeyle kükredi;
“Ey haddini bilmez gafil! Benim yanımda kendine nasıl pay çıkarırsın? Dedi ve bir pençe darbesiyle kurdu yere serdi.
Sonra tilkiye dönerek:
“Ey tilki, bu avları adaletli bir şekilde paylaştır bakalım” dedi.
Tilki önce aslanın önünde saygıyla eğildi, sonra:
“Bu semiz öküz siz efendimizin kuşluk yemeği, Keçi, siz büyük kralımızın öğle yemeği için güzel bir yahni olur. Tavşana gelince, o da size akşam yemeği olur” dedi.
Aslan gayet hoşnut bir şekilde:
“Ey tilki çok adil davrandın. Söyle bakalım, böylesine güzel paylaştırmayı kimden öğrendin?” diye sordu.
Tilki, aslana fark ettirmeden her ihtimale karşı birkaç adım geriye doğru uzaklaştı, sonra kurnazca gülerek;
“Kurdun başına gelenlerden efendim” dedi."