Zamanın birinde bir yerlerde kendisini ustalığa hazırlayan kalfa varmış. Bilindiği gibi Ahilik geleneği gereği, ustanın kalfasının gelişimini tamamladığını ve usta olduğunu ilan etmesi ile ancak usta olunabiliyor. Kalfa ustasına danışmadan ve orada burada kendisini över ustasını da sıradanlaştırır, ustası için devri kapandı gibi söylemlerde bulunup böbürlenirmiş. Tüm bu sözler bir şekilde ustasının kulağına gider. Yörenin ileri gelenleri de bu konuya çözüm bulmak için usta ile konuşup, bir müsabaka düzenlemeyi uygun görüp, ustaya teklifte bulunurlar. Usta, yarışma konusunu kendisinin belirlemesi şartı ile teklifi kabul eder. Yarışma konusu yumurtayı düz bir zeminde dik durdurmadır. Yarışmada kalfa uğraşır didinir ancak yumurta dik durmaz ve pes eder. Sıra ustaya geldiğinde, usta masaya gelir yumurtayı hafifçe masaya vurur, yumurtada küçük bir kırıklık oluşturur ve yumurtayı dikine durdurur. Durumu gören kalfa itiraz eder, bu şekilde bende yapardım der. Usta yapsaydın der ve ilave eder “ustalık gördüğünü yapmak değil, görmeden de çözüm üretmektir” der. Çok tartışılan ve uzaktan öğretim yoluyla mühendis yapılması konusu da buna benzer. Bilindiği gibi 2 yıl uzaktan uzağa öğrencilere elektronik ortamda dersler anlatıldı. Kimisi akılda kaldı, kimisi izlenmedi bile. Bu bakımdan internet ortamında Youtube videolarıyla mühendis olunmuyor. Eğer bakarak usta olunsaydı en iyi kasaplar kediler olurdu. Günümüzde çıraklık yapmadan kalfa, kalfalık yapmadan usta olduğunu sanan onlarca kişi bulunmakta. Bu nedenle doğru ustayı bulmak, işi doğru yapmak için gereklidir. Eskiler “çıraklığını yapmadığın işin ustalığına soyunmayacaksın” derler. Ne güzel söylemiş şair “okumadan âlim, yazmadan kâtip” diye. Uzaktan uzağa yapılan öğretimde de benzer bir durum söz konusu. Hiç domates görmemiş, domatesi manav tezgahında gören birisi bunun hakkında nasıl bir çözüm üretebilir? Ya da mühendisliğini yapabilir. Diğer yandan okuma bakımından da ülkece sınıfta kaldığımız aşikâr. İngiltere’de ve Fransa’da nüfusun %21’i, Japonya’da %14’ü, Amerika’da %12’si, Türkiye’de %0,01’i (on binde biri) düzenli kitap okuyor. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişim Raporu’nda kitap okuma oranı bakımında Türkiye, yüz yetmiş üç ülke arasında seksen altıncı sıradadır. Bir Japon yılda ortalama yirmi beş kitap okuyor. Fransız ortalama yedi kitap okurken Türkiye’de altı kişi yılda bir kitap okuyor. Türkiye’de bir kişinin kitap okumaya ayırdığı zamanın üç yüz katını Norveçli, iki yüz on katını Amerikalı, seksen yedi katını İngiliz ve Japon kullanıyor. Dünya ortalaması bile bizim ayırdığımız zamandan üç kat fazla. Hal böyle olunca ne okuduğumuzdan ne de yaptığımızdan bir şey anlamıyoruz. Gözbebeğimiz olan çocuklarımızın en güzel yıllarını okullarda geçirtiyoruz. 12 yıl zorunlu eğitim-öğretim sonrasında 4 yıl üniversite, yakında bunu da zorunlu duruma getiririz, derken 23-24 yaşında ancak herhangi bir konuda çıraklık yapmamış birisine nasıl bir iş vereceğiz. Hangi konuda usta diyeceğiz. Peki, çözüm ne olmalı? Öncelikle tüm seçme sınavları kaldırılmalı, çocuklar yeteneklerine göre sınıflandırılmalı. Zorunlu eğitim-öğretim de 12 yıl olmamalı… 12 yıl çok çok fazla…