Takvim yapraklarından bir gün daha eksildi. Yılbaşına ya da diğer günlere olmadık anlamlar yüklemenin, kutsamanın ya da yasaklamanın ötesinde ne kadar anlamı var. Şair ne güzel söylemiş Otuzbeş yaş şiirinde “Her doğan günün bir dert olduğunu, İnsan bu yaşa gelince anlarmış” diye. Aslında geçen her gün yeni dertler ve sıkıntılara gebe. Zira sürekli değişen ve çeşitlenen ihtiyaçlar, bunun karşılanması için gereken bedeller artmakta. Böylece önceleri daha küçük dertlerle geçiştirilen günler, büyüyen dertlerle birlikte geçiştirilemez bu da insanı içinden çıkılamaz duruma getirmekte. Öyleyse ne yapmak gerekir? Şüphesiz yaşamaya, yaşamın renklerini de hissetmeye devam etmek gerek. Rahmetli babama “Nasılsın baba?” diye sorduğumda, şairin dediği gibi “Yaşamaya uğraşıyorum, oğlum” derdi. Dünyada insanlara yüklenen hırs ve giderek artan ölçüde baskı ve çeşitlendirilen ihtiyaçlar, yeni arayışları, yönelişleri, deneyimlemeleri de beraberinde getirdi. Bu da insanı doğanın bir parçası olmaktan kurtararak dünyaya tam hakimiyet kurma fikrine sapladı. Oysa Toltek Bilgelik kitabında Dört Anlaşmadan bahseder. Buna göre insan kendisini doğanın ve evrenin bir parçası olarak görür ve doğanın yasalarına uyumlu bir yaşam sürmeyi amaçlar. Ancak yaklaşık 250 yıl önce başlayan sanayi devrimi, üretimin artmasına, artan üretimle birlikte birçok konunun da değişmesine neden oldu. Bugün hemen her türlü üretimin olduğu ancak buna karşılık ne olduğu bilinmeyen sonsuz ve sınırsız bir tüketimin körüklendiği çağda yaşıyoruz. İnsanların ihtiyacı olan temel tüketim maddelerinde büyük bir sorun yaşanmıyor. Her ne kadar FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı) açlık çeken insanların varlığını 850 milyon gösterse de bunların o ülkelerdeyaşayan birilerinin aç gözlülüğünden kaynaklandığını tahmin ediyoruz. Zira Dünyanın en zenginleri listesinde ne hikmetse hep bu ülke vatandaşlarından olması, tuhaf geliyor. Bir gazetecinin (Katherine Boo – Sonsuz Güzelliklerin Ardında) ödül almış bir kitabını okumuştum. Bu kitap Hindistan’da çöplüklerden toplandıkları ile yaşayan çocukları anlatıyordu. Herkesin bildiği gibi diğer tarafta da meşhur Hint Düğünleri var. Yani zenginlik ile fakirlik öylesine iç içe ki bunu anlatmak mümkün değil. Peki bunu ortaya çıkaran neden ne? Belki benzerleri başka ülkelerde de var. İşte bu açlıktan kırılanlar ile zenginliğini hangi çılgınlığı yaparak gösteririm diyenler arasındaki fark ne? Dört Anlaşma kitabında bu, sonsuzluğun insanın içinde olduğundan bahisle kullanılan sözcüklerin özenle seçilmesi, hiçbir şeyi kişisel algılamamak, varsayımdan kaçınmak ve yapabildiğinin en iyisini yapmak olarak özetlenmiştir. Zaten dinlerin de ortak noktası aslında buna dayanmaktadır. Şems-i Tebrizi’ye atfedilen “Ne diye böbürlenip büyükleniyorsun. Doğumun bir damla su, ölümün bir avuç toprak değil mi?” denilerek insanın varlığı sorgulanmıştır. Eskiler hep benlikten kaçın oğlum derlerdi. Günümüz tam da bu konuyu istismar eden ve varlığını zenginliğe, paraya ve hırsa taptıran sistemi insanlık üzerine boca etmektedir. Böylece BENİM ortaya çıkmakta, bu durumda bana ulaşmak için her şeyi mubah kılan bir anlayışa terk etmektedir. Zaten kapitalist sistemin temeli de daha fazlaya dayanmaktadır. Oysa herkes biliyor ki sonsuz büyüme diye bir şey yok. Ancak her yerde sonsuz büyüme teşvik edilmekte, insanlar buna inandırılmakta ve bunun için ne gerekiyorsa yapılmaktadır. Dünyanın kaynakları bugün üzerinde yaşayan tüm canlılara yetecek düzeydedir. Bugün dünya, üzerinde yaşayan 8,5 milyar nüfusun rahatlıkla tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecektir. Ancak giderek artan biçimde körüklenen ben isteklerini karşılamaktan uzaktır. Oysa mükemmel bir din olan İslam buna çözüm üretmiş, sosyal adaleti getirmiştir. Ancak İslam dinine inandığını söyleyen ve kendisini Müslüman olarak tanımlayanların bile BENLİK kavramından kurtulamadığı görülmüştür. Kuran’da BEN kelimesi yoktur. Çözüm hiç şüphesiz dini doğru anlamakta, yaşamakta ve inanmadadır. Bugün gelişmiş ülkelere bakıldığında burada verilen eğitimin ben kavramından uzakta olduğu görülür. İnsan kendisi dışındakileri düşündüğü oranda insandır. Basit bir test vardır. 5 kişi bir arada baklava yiyorsunuz, son kalan dilimi kim yiyecek? Bunu anladığımız ve yaşama uyguladığımız zaman çok şey değişecektir.