Hak kavramını çoğu kez yanlış anlar, yorumlar, anlatırız. Hukuk dilinde hak, yasaların verdiği yetkidir. Dolayısıyla yasa kişiye o hakkı vermiş, kişi de bunu kullanıyor ise sorun yoktur. Bazen yapılan işi hukuka uydurmak için de minareyi çalan kılıfına uydurur denilerek, olay kendini haklı olacak şekle getirilebilmektedir. Ancak manevi anlamda hak, çok daha farklı anlamlar içerir. Türkiye bir hukuk devleti ise hukuka uygun olan benim hakkımdır, denir mi? Denir. Türkiye hukuk devleti olmasının yanısıra halkının inancı gereği Müslüman bir ülkedir. Yani olayı sadece maddi anlamda hak olarak yorumlamak doğru değildir. Bunun inanç gereği bile olsa vicdani tarafı vardır. İşte bunu Anton Çehov, Ödlek adlı kitabında bir hikâye ile anlatır. Patronu çocuklarına ders veren öğretmeni çalışma odasına çağırır. “Otur, Julia Vassilyevna” der. “Aramızdaki hesabı kapatalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da maaşını resmi bir merasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden gelip alacağını isteyemeyeceğini biliyorum. Neyse, gelelim hesabımıza: Ayda otuz rubleye anlaşmıştık, değil mi?”
“Kırk.” Patron; “Hayır, otuz. Not etmiştim, çok iyi aklımda. Hem ben öğretmenlere her zaman ayda otuz ruble öderim. Bu duruma göre; buraya geleli iki ay oluyor, dolayısıyla…”
“İki ay beş gün.” Patron; “Tam tamamına iki ay. İşe başladığın günü özellikle not etmiştim. Bu demektir ki, altmış ruble kazanmışsın. Ancak sen bu iki aydan pazar günlerini çık… biliyorsun ki, pazarları kızım Kolya’ya bir şey öğretmedin, sadece beraber yürüyüşlere çıktınız. Ve bu arada üç tatil günü daha var, onu da çık…”
Julia Vassiyevna kızgınlıktan kıpkırmızı kesilir ve öfkeden iki eliyle sıkı sıkı entarisinin eteklerine yapışır. Fakat hepsi bu kadar…tek bir çıt bile çıkarmaz.
“Dokuz pazar, üç tatil günü, yani on iki rubleyi çık! Dört gün Kolya hastaydı, dolayısıyla ders falan vermedin, zaten o sıralarda hizmetçi kız Vanya ile uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağrısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları dinlenmen için izin vermişti. On iki, yedi daha… eder on dokuz. Altmıştan çıkar, geriye ne kalır?.. hımm… Kırk bir ruble. Tamam mı?”
Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarır, gözleri yaşla dolmağa başlar. Çenesi hafifçe titriyor… Sinirli sinirli öksürdü, hızla burnunu sildi. Ancak hepsi bu kadar… bir tek çıt yok.
“Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dededen kalma antika olduğu için aslında iki rubleden çok daha fazla eder, ama neyse…boş ver. İşin sonunda bu da benden olsun. Ben ne zaman zararlı çıkmadım ki! İhmalin yüzünden Kolya bir gün ağaca tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say. Yine senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın ayakkabıları çalınmıştı! Evde tüm olup bitenleri dikkatle izlemen gerekir. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla beş ruble daha çık. Ocak ayının sonunda sana on ruble avans vermiştim…”
“Hayır, böyle bir şey yapmadınız!” diye Julia Vassilyevna zorlukla yutkunarak cevap verir.
“Not etmiştim. Yanlış olmasına imkân yok!”
“Şey… Peki, öyleyse.”
Kırkbirden yirmi yediyi çıkar… kalır sana on dört.”
Kızcağızın iki gözü birden yaşla dolar. Küçücük burnunun altında da ter damlacıkları belirmeye başlar. Zavallı kız!
“Şimdiye kadar bana bir kere para verildi” diye titreyen sesiyle konuşur. “Ve o da sizin karınız tarafından. Hepsi üç ruble, fazla değil.”
“Sahi mi? Görüyor musun, ben onu not etmemişim! On dörtten üç daha çıkar…kalır on bir. Azizim, al sana işte paran: Üç, beş, dokuz, on, on bir. Tamam mı?”
On bir rubleyi avucuna koyar. Öğretmen kız uzanır, parayı alır ve titreyen parmaklarıyla cebine sokuşturur. “Mersi” diye boğuk bir sesle fısıldar. Patron birden yerinden fırlar ve başlar odanın içinde bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye. Sinirleri son derece bozulmuş, kan tepesine fırlamıştır. Kızgın kızgın; “Ne için bu… ‘Mersi’ diye sorar. “Verdiğiniz para için.”
“Hakkını yediğimi sen de bal gibi biliyorsun, Aman Tanrım! Ne biçim insansın sen, görmüyor musun ki, seni göz göre soydum! Daha ötesi var mı bunun, paranı çaldım! Ve sen hâlâ bana ‘Mersi’ diyorsun!”
“Bundan önce çalıştığım yerlerde hiç para vermemişlerdi” der öğretmen kız.
“Hiç mi vermemişlerdi? Şaşırmaya da gerek yok ya! Bana gelince, sana ufak bir şaka yaptım. Sırf ders olsun, öğrenesin diye bu insafsızca yolu seçtim… Merak etme, seksen rublenin tamamını da sana vereceğim! Al işte, hepsi şu zarfın içinde seni bekliyor… Ancak bir insanın bu kadar pısırık olabileceğine de hâlâ inanamıyorum! Neden haksızlığa baş kaldırmıyorsun? Dünyada bu denli yüreksiz, tabansız olmak mümkün mü? Bu kadar ödlek olmak?” Acı bir gülümseme dudaklarının kenarında kıvrılır. Yüzündeki ifade, “Mümkün”, der. Kendisine zalim bir yoldan ufak bir ders verdiğim için özür diledim. O hâlâ şaşkın şaşkın bakınırken eline seksen rubleyi sıkıştırdım. O yine her zamanki “Mersi” siyle mırıldanır gibi üst üste defalarca teşekkür etti ve odadan çıktı. Arkasından bakarken kendi kendime düşünüyor. “Şu dünyada zayıfları ezmek ne kadar kolay!” diyorum.
50 yıl önce Türkçeye çevrilmiş hikâyede olduğu gibi eline güç geçiren kolayca olayları kendine yontabiliyor. Atalarımız bunu nalıncı keseri gibi hep kendine yontma olarak ifade etmiş. Bu nedenle özellikle İslam dini hak konusunu titizlikle irdelemiş ve hakkın karşılıklı helalleşme ile eşitleneceğini bildirmiştir. Gerçekten öyle mi oluyor? Bunu herkes kendisine sormalıdır. Ben ne kadar hak sahibiyim diye…