Üç F, Portekizli dönemin diktatör lideri Salazar'ın halkını baskıcı yönetimine isyan etmemesi için oluşturduğu bir yönetim biçimidir. 3 F' in açılımları değişik şekilde yorumlanmıştır ama en sade biçimiyle futbol, fado ve Fátima'yı temsil eder.
Salazar meşruiyetini halkın spor, eğlence ve din ile uyuşturulmasıyla sağladığını söyler. Futbolun Portekiz'de önemli bir yer alması ve Portekiz halk müziği olan Fado festival ve eğlence ile ilişkilendirilirken, Katoliklerin hac noktalarından Fátima, din ile ilişkilendirilmektedir. Bu ifade, ideolojik olarak bazen milliyetçilik, muhafazakârlık ve dindarlık ile de ilişkilendirilebilmektedir. António de Oliveira Salazar'ın 1932 yılından 1968 yılına kadar Portekiz halkını bu yöntemle baskıcı ve totaliter şekilde idare etmesi çoğu zaman İspanya diktatörü olan Franko diktatörlüğü ile de özdeşleştirilir.
Francisco Franco’da benzer şekilde İspanya iç savaşının sona erdiği 1939 yılından ölümü olan 1975 yılına kadar İspanya’da diktatörlük şeklinde 36 yıllık bir yönetim sergilemiştir. Totaliter yönetimler ile demokratik yönetimler arasında ne fark var? diyebilirsiniz. Elbette çok büyük bir fark bulunmamakla birlikte, demokratik yönetimlerde denetim ya da kontrol diye bir mekanizma bulunmaktadır. Bu devlet yönetimlerinde bulunan birbirinden bağımsız 3’lü sistemin (Kuvvetler ayrılığı sistemi) yasama, yürütme ve yargı olarak tanımlanan kuvvetlerin değişik yollardan göreve gelen ve aralarında fren ve denge mekanizması bulunan organlara verilmesi suretiyle, yönetimin adil biçimde yapılması olayıdır. Bunu Ulusların Düşüşü kitabında Daron Acemoğlu, Rio Grande kasabasındaki bölünme üzerinden nedenselleşmesi suretiyle açıklamıştır. Kitap, ulusların neden farklı geliştiğini, bazılarının güçlenmede ve refah yaratmada başarılı olurken diğerlerinin neden başarısız olduğunu, kurumsal iktisat, gelişme iktisadı ve ekonomi tarihi bakımından değerlendirmektedir. Buna göre Amerika Birleşik Devletleri’nde güçler ayrılığı ilkesi tavizsiz uygulanırken, sınır komşusu olan Meksika’da totaliter bir sistem uygulanmaktadır. Böylece bir taraf gelişirken diğer taraf geri kalmaktadır. Şimdi buradan kendimize nasıl bir çıkarım yapabiliriz.
Klasik iktisatın kurucusu olan Adam Smith’ten alıntılar ile bunu cevaplandırmak mümkündür. Bilindiği gibi Liberal kapitalizmin babası sayılan Adam Smith, 1776’da “Toplumların Refahı”nı yazıp “Laissez faire, laissez passer!” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler!) dedi ise de bunun ciddi sonuçlarının olduğu/olacağı sonradan anlaşıldı. Her ne kadar bu deyim dillere pelesenk olduysa da çok da gerçekçi değildir. Dünyada meydana gelen ekonomik krizlerle birlikte her sorumsuz davranan girişimcilerin cezasını masum insanlar çekti.
Elbette insana özgürlükler verilmeli ancak bunun kontrolsüz ve denetimsiz biçimde verilmesinin bazıları tarafından suistimal edileceği göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan yetki yanında bu yetkinin sorumluluğu da üstlenilmelidir. Aksi durumda yapanın yanına kar kalacağı bir başıbozukluk meydana gelir ki bunun üstesinden kimse gelemez. Zaten sorumluluk alan bunun sonuçlarına katlanmayı da bilmelidir. Günümüzde herkes sorumluluk almak istiyor ama bunun olumlu sonuçlarını kendisine mal ederken, herhangi bir olumsuzluk durumunda bundan kaçmakta, olumsuzluğun bedelini başkasına ödetmektedir. Bu durum toplumsal olarak ciddi sonuçlar meydana getirmekte, herkes öyleyse bende aynısını yapayım nasıl olsa olumsuzluk olursa bunun bedeli yok diyebilmektedir. Oysa her şeyin bir bedeli olduğu gibi başarının da başarısızlığın da bir bedeli vardır. İktisat derslerinin dayandığı temel nokta iktisadi insanı (homo economicus) bencil ve çıkarcı olarak tanımlamasıdır. Bu bakımdan insanı mutlaka frenleyen bir sistemin, başarı kadar başarısızlığı da üstlenen biçimde kontrol edilmesine ihtiyaç vardır. Diğer durumda ben yaptım oldu anlayışı sadece kendine fayda sağlarken, diğer insanlara ciddi biçimde zarar verebilmektedir. Aksi durumda sadece ben yaşayayım, diğerleri ölsün anlayışı gelişir ki son derece tehlikelidir. Bugün dünyada görülen eşitsizliklerin, biri yer diğerleri bakar sitemlerin geldiği nokta budur. Aslında bunu sosyal demokrasi çok güzel biçimde başarmıştır. Bugün kuzey ülkeleri olarak tanımlanan Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler, bireyselcilik kadar toplumsalcılığa da önem vermiş, toplum refahını öncelemiştir. Böylece bugünün dünyasında refah düzeyi en yüksek ülkeler olmuşlardır. Bizim de o düzeyde refaha ulaşmamız için yapılması gereken çok basittir. Sorumluluk alana hesap da sorulabilecektir/sorula