LÂLE DEVRİNİN SONU VE ÜÇ BALDIRI ÇIPLAK

Mehmet Gündoğdu

Osmanlı’nın 1718’ze kadar 35 yıl süren savaşları sona erince, 1730’a kadar barış dönemi oldu. Bu dönemde önemli yenileşme hareketleri başlatıldı. Bu süre içinde ilk basımevi açıldı. Avrupa’ya gönderilen elçiler ve özel görevliler aracılığıyla Avrupa kültürüyle ilk yakınlaşmalar oluştu. Avrupa’dan getirtilen kitapların çevirileri yapıldı. İstanbul binaları büyük ölçüde yenilendi, yeni saraylar yapılıp lâlelerle donatıldı. Sanatın ve şatafatın zirveye ulaştığı 1730’da Osmanlı lâle döneminin son günlerini yaşamakta ve 27 yıl saltanat sürmüş olan 3.Ahmet’in tahtı sallanmaktadır.

 

Bir yandan toprak kaybı, bir yandan ödünlerle yürütülen dış siyaset ve sarayın hesapsız kitapsız harcamaları ekonomiyi bozabildiğince bozdu. Yoksulluk, pahalılık, alım gücünün giderek azalması, vergilerdeki adaletsizlik halkın günlük yaşamını çekilmez hale getirmeye başlamıştı. Yeniçeriler sıkça kazan kaldırıp maaşlarının ayarı düşük parayla ödenmesinden yakınmaktaydılar. Üstelik devlet adına çalışanlar maaşlarını çok gecikmeli olarak alabiliyordu. 12 yıldır savaşmayan asker kesimi, savaş ganimeti için yeni seferlerin beklentisi içindeydi. Bu olumsuzlukları fırsata çevirmeyi düşünen; hamam tellâğı Patrona Halil ve iki arkadaşı 25 Eylül 1730 pazartesi günü kafa kafaya vererek ayaklanma planları yapmaya başladılar. Üç kişiyle başlayan elebaşı sayısı ertesi gün sekize çıktı. 28 Eylül Perşembe günü ayaklanmaya karar verildikten sonra, görev dağıtımı yapıldı. Sözde şeriatın şartını yerine getireceklerdi, bu yüzden bazı müftü ve din adamlarını da kandırarak aralarına aldılar.

 

Perşembe ve Cuma günün resmi tatil olmasından dolayı padişah ve nazırlar Üsküdar’da bulunuyorlardı. Sarayda herhangi bir olumsuzluğu önleyebilecek yeterli silahlı koruma ve baş tutar bir yetkili yoktu.

 

Ayaklanmanın ilk günü ayaklananların 30- 40 kadar olmasına karşın, elebaşları üç koldan dağılıp ayaklanma propagandası yaparak; kimisi gönüllü kimisi silah zoruyla toplananların ve yeniçerilerin de katılımıyla ayaklanmacı sayısı çoğaldı. Sultan Ahmet Meydanı’nı dolduran ayaklanmacılar gittikçe çoğalmaya başlayınca, elebaşların etkili konuşmalarıyla ayaklanmacılar dağılmayıp ertesi günü beklemeye başladılar. Ayaklanmacılar başta sadrazam ve şeyhülislam olmak üzere 37 devlet adamının kellesini istiyorlardı. Padişah ve devlet yönetiminde bulunanlar ayaklanma haberini alır almaz, hemen toplanıp; olayın nasıl bastırılabileceğini tartışmaya başladılar. Bu tartışmalar sonucu olayın şiddetle bastırılabileceğini düşünüldüyse de bazı din adamlarının araya girmeleriyle bu düşünceden cayıldı. Padişah ve devlet yöneticileri gece Topkapı Sarayına gelerek yeniden toplandılarsa da net bir karar veremedikleri için sabahı beklemek zorunda kaldılar. İstanbul’un bütün zindanlarının boşaltılması ve devletin silahlı güçlerinin de katılımıyla ayaklanmacı sayısı birdenbire iki binin üstüne çıkıverdi. Padişah Saray kapısına çıkarak halktan yardım isterse da dinleyen olmaz, sarayın silahlı korumaları da kaçmışlardır. Padişah ayaklanmacıların isteklerine boyun eğmek zorunda kalarak ayaklanmacıların isteklerini yerine getirir. Öldürülen devlet yöneticilerinin cesetleri meydanlarda sürüklenir. Pazartesi günü padişah tahttan indirilip yerine 1. Mahmut tahta çıkarılır. Yeni padişah ayaklanmacıları önemli görevlere getirdikten sonra düzenlediği bir oyunla ayaklanmacıların elebaşlarını öldürtür. Böylece anlı şanlı lâle devri sona erer, uzun süre yeniliklerin arkası gelmez.

 

Durup dururken bu konuyu neden yazdım? Halkından habersiz olan, koskoca Osmanlı’nın o günkü yöneticileri; o şatafatlı günlerin asla bitmeyeceğine inanıyorlardı. Ne yazık ki üç baldırı çıplağın kışkırtmalarıyla şatafatlı bir dönem günahıyla- sevabıyla sona erdi. Tarihte bu olayların benzerleri çoktur ve sonunda ya devlet bölünmüştür ya da devlet tarihten silinmiştir. Tarihten ders alınacaksa; her devlet daima uyanık olmak zorundadır. Her devlet dış düşmanı kadar iç düşmanını da tanımak ve önemseyerek önünü kesmek zorundadır.