DÖRDÜNCÜ MURAT İLE ÇELEBİ

Mehmet Gündoğdu

Son günlerde ortalık toz duman oldu. Bir yolsuzluk operasyonu yapıldı ve bir haftadır gündemden düşmedi. Ortada çok önemsenecek bir durum yok! Sakin olun ve endişelere kapılmayın! “Olur böyle vakalar Türk polisi yakalar”  Şimdiye kadar benzer olaylar çok oldu. Kiminin üstü kapatıldı, kimi unutulup gitti. Kimileri ceza aldı kimileri de ödül. Hükümet kanadı komplo deyip cemaate ileniyor, cemaat hükümete ileniyor. Bırakın ilensinler, gündem oluşturmaya değmez bu konular. Cemaat da “Allah” diyor hükümet de. Oysa Allah her ikisini de, olan biten her şeyi görüyor. 

En iyisi size tarihi bir olay anlatayım. Bu olaydan herkes kendine göre bir ders çıkarsın. İsteyenler olaydaki kişilerin yerine istedikleri kişileri koyabilirler. Buna da göz yumabilirim. Ama benden yorum beklemeyin. 

Dördüncü Murat; tarih kitaplarına astığı astık, kestiği kestik, her aklına geleni yapan, yasaklar koyup uymayanları cellâda yollayan, gaddar bir padişah olarak geçmiştir.
1636 yılında Konya’ya bir haber ulaşır. Sultan Murat Konya’ya gelecektir. Konyalılar endişelenirler, korkularından dışarıya çıkamaz olurlar. Çünkü Sultan Murat her gittiği yerde şunu bunu bahane edip kan dökmektedir. Gün gelir; zırhlara bürünmüş, yavuz atlı, pehlivan görünüşlü bir yabancı iki üç kelle uçurarak dış kalenin kapı köprüsünden şehre girer. Atının üstünde Konya iç kalesine doğru tırmanmaya başlayınca kale muhafız komutanı yabancıyı uyarır.

“Bre yolsuz! Attan in, yaya yürü. Burası padişah kalesidir, atla çıkılmaz. Padişahın kullarına saygın yoksa padişaha da mı yok?”

“Ey koca, oyalanıp durma da padişahının atını tut.”

Kale komutanı anlar ki at üstünde gelen padişahtır. Hemen koşarak gelir el etek öpüp padişah atının yularından tutar. Padişah, komutana acıktığını söyleyince birlikte Mevlana Dergâhı’na giderler. Komutan Dergâh Çelebisi Ebu Bekir Çelebi’ye durumu anlatır. Ebu Bekir Çelebi, padişahın önüne mükellef bir sofra hazırlayıp karnını doyurur. Bu ikramdan hoşnut olan padişah, devlet kasasından olmak üzere yediklerinin parasını Ebu Bekir Çelebi’ye öder. Ardından da Suğla Gölü ve arazisinin yıllık gelirinden bin kuruşluk bağış yapar. Birkaç gün sonra ordu da gelince, padişah; en değerli samur kürklerden birkaç tanesini Ebu Bekir Çelebi’ye hediye eder. Bu hediyelere sevinen Çelebi, eşi Şirzat Hatun’a hediye kürkleri gösterir. Şirzat Hatun Ebu Bekir Çelebi’ye öğüt verir. “Efendi, Osmanlı bir verir bin alır. Bu kürkleri giyip eskitme. Gün olur devran döner Osmanlı bunları geriye ister.” Ebu Bekir Çelebi eşinin öğüdünü dinler ama Suğlalılar’a da kan kusturur. Halktan yılda beş bin kuruş haraç almaya başlar, veremeyenlere eziyet eder, hapse attırır. Padişaha şikâyetler gitse de ilgilenen olmaz. Ancak üç yıl sonra padişah yine Konya’ya gelir. 

Padişah Çelebi’ye çıkışır “Bre melun, iki lokma ekmek yedirdin diye bunca zulüm yapılır mı?” Ebu Bekir Çelebi’nin cezası cellâtlıktır. Araya girenler padişaha yalvarıp yakararak Ebu Bekir Çelebi’nin başını kurtarırlar. Padişah, dergâhı ve Konya’yı soyup soğana çevirir. Çok kan döker. Üstelik Çelebi’nin mal varlığının hepsine el konulur. Evi aranır nesi var nesi yoksa alınır ve Şirzat Hatun’a başka mal mülk var mı sorulur. Şirzat Hatun ”Sizin Çelebi’ye hediye ettiğiniz kürklerden başka bir şeyimiz yoktur. Bunlar bizim için değerli oldukları için hiç giyilmediler. İsterseniz onları da alıp götürün.” Diye kurnazca bir yanıt verir. Padişah kürkleri almaz. Ebu Bekir Çelebi de uyuz bir ata bindirilip İstanbul’a sürgüne yollanır.