30- Ekim- 1918 ve 29 Ekim 1923 günleri Türkiye tarihinin iki unutulmaz günüdür. Bu günlerden birisi Osmanlı’nın tarihten silindiği, öteki ise yıkılan koskoca bir devletin küllerinden, enkazlarından yeni bir Türk devletinin kurulduğu gün olarak tarihe geçmiştir. Çanakkale’yi geçemeyen batılı düşmanlar, Birinci Dünya Savaşı sonunda bir dalavere ile Osmanlı’yı yenik saydılar. Bu yüzden çaresiz kalarak Mondros ateş kes antlaşmasını imzalamak zorunda kalan altı yüz kusür yıllık Osmanlı, kendi ölüm fermanını imzaladığının ayırdına bile varamadı. Düşmanlar bütün teknik ve asker üstünlüklerine karşın Çanakkale’yi geçememişlerdi ama ince siyasetle Anadolu’yu paylaşmak için ilk adımı attılar.
Bundan böyle Osmanlı kâğıt üstünde bile devlet olmaktan çıkmış, sömürge ülkesi haline gelmişti. İmzalanan antlaşmanın maddeleri Osmanlı için ölüm fermanıydı. Türk askeri terhis edilecek, belli sayıda asker bulundurulacak, silahlar düşmana teslim edilecek, doğuda 6-7 il Ermenilere verilecekti. Karışıklık çıkarılan yerler işgal edilecek, ulaşım ve iletişime el konulacak, işgalciler madenleri istedikleri şekilde kullanabileceklerdi. Daha başka ağır maddelerde vardı ve Mondros imzasından kısa bir süre sonra başta İstanbul olmak üzere yurdun pek çok yeri işgal edilmeye başlandı. İşgalciler Anadolu!nun bir çok yerinde silahlı direnişlerle karşılaşmışlar ancak her durumdan yararlanarak işgallerden vazgeçmemişlerdi. Daha sonra Sevr Antlaşması ile Orta Anadolu’nun yarısı dışında her yer İngiliz, Yunan, Fransız ve İtalyanlar tarafından paylaşılmış, İstanbul ve İzmir fiilen işgal edilmiş Anadolu topraklarında düşman bayrakları dalgalanmaya başlamıştı.
Türkler Mondros’u tanımayıp, Sevri yırtıp attılar. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasıyla başlayan Kurtuluş Savaşı hazırlıkları, kongreler ve Büyük Millet Meclisi’nin açılması sonucunda bütün ulus; varıyla yoğuyla birlik olup; tarihte görülmemiş bir savaşın destanını yazdırdılar. Bu kolay olmadı. Hem dıştaki düşmanla hem içteki hainlerle savaşıldı. İngilizler’in ince siyaseti ile Anadolu’nun pek çok yerlerinde ayaklanmalar çıkartıldı. Anadolu’yu düşmandan temizlemek için başlatılan mücadeleye İşgalciler ve içerdeki işbirlikçileri; bütün ince siyasetleriyle, bütün hainlikleriyle, bütün güçleriyle karşı çıksalar da başaramadılar. Çünkü karşılarında canlarından başka kaybedecek bir şeyleri kalmamış bir halk vardı. Çünkü ölüp öldürmekten başka çıkar yol kalmamıştı. Bilesiniz ki; kar kış demeden kucağındaki bebeğiyle cepheye mermi taşıyan kadınlar hayal ürünü değildir, 270 kiloluk top mermisini kucaklayıp top namlusuna süren Seyit Onbaşı bir roman kahramanı değildir. Vatana canından başka verebilecek bir şeyi kalmayıp üstündekileri soyunarak Türk askerine giydiren Konyalı’yı duydunuz mu hiç? Kocasıyla yanyana cephelerde savaşan Konyalı Ümmi kadını bilir misiniz? Kara Fatmalar, Elif Bacı’lar düşmanla savaşırken içimizdeki hainlerin kurdukları tuzakları ne çabuk unuttunuz?
Başı püsküllü, akıl hastanesinden raporlu tarih anlatan adam bunları söylemekten kaçınıyor. Televizyon ekranlarında, bigi sunar sitelerinde, belli dernek ve vakıfların konferans salonlarında yalan söyleyen, gerçekleri ters yüz edenlere inanıp, Siz bu devletin kolay kurulduğunu mu sanıyorsunuz?
Herkes aklını başına toplayıp bu cennet vatanın, bu cumhuriyetin, cumhuriyetin getirdiği hak ve özgürlüklerin değerini bilsin. O günden bu güne Türkiye üstüne yeni kurulan tuzakları herkes görsün. Aksi halde bir Mondros, bir Sevr ile yeniden göz göze geliriz.