Ee’si işte öyle Be Hayat! Senin içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Sayende bazen ağlayıp, bazen gülüyoruz. Durup durup kendimize sorular soruyoruz. Cevabını bilsekte, bilmemezliğe geliyoruz. Sen nasılsın Be Hayat!
Eeeee sabaha daha çok vardı. Saatler gece yarısını çoktan geçmişti. 1-2 saat önceki gürültü ve kalabalık olmasa da; yollarda araçlar, kaldırımlarda insanlar vardı. Günün yorgunluğu gecenin sessizliğine karışmıştı. İş yerleri yavaş yavaş kapanıp, insanlar evlerine çekilmeye başlamışken, bizler gönül kapılarımızı kapatmayı başaramamıştık. Ne günün yorgunluğu, ne gözlerden akan uyku, nede yarınki günün yorucu temposu… Hiç biri çare değildi… çare belliydi aslında! Ama nafile…
Sabahçı marketler ve mekânlar galiba bu gecede benim tek sırdaşım olacaktı. Telefondan gelmeyen ses, sokaktan gelmişti. Çıktım balkondan dışarı, aynı ben gibi 2 kişi. Onlarda teselliyi şişelerde ve sigarada bulmuşlar. Ama an itibariyle mutlu oldukları her hallerinden belliydi. Diğer taraftan başka bir ses… Yine benzer bir görüntü… Bu sefer kendi kendime konuşmaya başlıyorum. Bunların hepsi aynımı, bütün filmlerin sonu aynı şekildemi bitiyor. Yoksa senaryo filmin karakterine göremi şekilleniyor. Balkondan denize bakarak bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyorum ama ne çare! Kafam daha çok karışıyor…
Rahat edemiyorum ve hemen telefona sarılıyorum. Sorunun cevabını bulmak için resimleri tek tek ve uzun uzun inceliyorum. Kiraz dudak, elma yanak, fidan boy, kömür göz... İste âşık edebiyatında kullanılan benzetmeler. Her baktığım resimde bu benzetmeler aklıma geliyor ve bunlara kendimce yeni benzetmeler ekliyorum. Tam bu sırada telefon çalıyor, kendi kendime tam sevinecektim ki birde bakıyorum ‘Yanlış alarm’’ O gece vefalı dostumla balkonda sabahı yapıyorum…
Artık özlemim 2 katına çıkmıştı. Saatlere razıyken, sesini duymayalı neredeyse 2 gün olmuştu. Galiba bu özlemin sonu gelmeyecek… Ama hayat yinede devam ediyor. Havanın sıcaklığı ve günün yoğunluğu hayatın akışına kapılmış giderken beklenen telefon geliyor ama hayat yine yapacağını yapıyor bize, görüştürmüyor bizi… Gün içerisinde insanın sevdiğinin sesini duymasının rahatlığı ve mutluluğuda bir başka oluyor. Bu mutlulukla akşam olurken, hayat bu kez kıyak yapıyor bize… Bir önceki gün sabahın ilk ışıklarında hüzünlü biten gece bu sefer birkaç saat daha erken ama bu kez mutlu ve huzurlu bir şekilde bitiyor.
Cuma kâbusundan sonra felekle barışmıştık. İlk gün bize dirsek gösteren hayat bir sonraki gün yine kıyağını yapıyordu ve bu sefer mutluluğumuz tavan yapıyordu. ‘İnsanın ayaklarının yerden kesilmesi, omuzlarına kanat takılmış gibi havalarda uçması ve mutluluğun tavan yapması, sevgiyi aşkı ve sevdiğini bulması’ rüyası hiç bitmeyecek gibi gelmişti… Ama bu rüyadan uyanma vaktide gelmişken… Kendini birden kavganın gürültünün ve yanlışın içinde buluyor insan. Satılmış hissi veren ama sevdiğini üzmeme gayreti sonucunda hayat seni bir kez daha iki büklüm hale getiriyor. İstemeden de olsa, sevdiğini üzmemek adına da olsa hayat zamanla el ele vererek sana istemediğin şeyleri yaptırıyor…
Meselenin özünde insanın sevdiğini üzmemesi, onun mutlu olduğunu görmek için yapamayacağı şey yoktur mesajı yatsa da işin özü insanlıkta yatıyor. Kişi önce insan olacakta, daha sonra karşısındakinde kendi değerini arasın… Pantolon gömlek giymeyle, sakal bıyık bırakmayla yada cüzdanındaki cebindeki parayla erkek olunmuyor. Asıl erkeklik, asıl insanlık çevrendeki insanlara zarar vermemekte yatıyor. Sevdiğin kadar sevildiğin zaman sıkıntı kalmıyor ortada…
Sevdiğiniz kadar sevilmeniz dileğiyle…