Şimdi bu yazacağım yazıdan ötürü bana çok kızacaklar olduğuna eminim. Ama sonuna kadar okursanız en azından çoğunluğun hak vereceğine de eminim.
Öncelikle ülkemizde nasıl profesörlük unvanının alındığını anlatayım. Ülkemizdeki 209 üniversiteden birinin 4 yıllık bir lisans programını bitireceksiniz. Daha sonra tezli yüksek lisans başvurusu yapmak için ALES'e girip yeterli puan almış olmak ve başvuru yapılan programın gerekliliklerini yerine getirmek gerekmektedir. Tezli yüksek lisans bittikten sonra- ki tabii bu süreç 2-3 yıllık bir süreç- ALES’ten ve yabancı dil sınavlarından en az 55 puan alarak doktora yapmaya başlıyorsunuz. Bu da 4-5 yıl sürüyor.
Doktoradan sonra doçentlik yine en az 5 yıllık süreç demek. Tabii ki doçentlik sırasında ortaya çalışmalar sunabilmelisiniz. Bir de arada yardımcı doçentlik vardı ama hala var mı yok mu bilmiyorum işin doğrusu.
Ve nihayetinde kişilerin profesör olması için doçentlik unvanına sahip olması gerekmektedir ve en az beş sene ana dalında çalışmış olması ve uluslararası eserler vermiş olması gerekmektedir. Yani 5 sene kendi ana dalında bir şeyler üretmesi ve o ürettiklerini de uluslararası bilim arenasında paylaşmış olması gerekmektedir. Burada bir virgül koyalım.
Profesör sözcüğü, literatür bilgi olarak "bir sanat ya da bilim dalında en yüksek düzeyde uzman" anlamına gelen Latince “professor” ün karşılığı olarak Türkçe’ye girmiştir. Uzun yazım biçimi "profesör" bir unvan olarak ilk kez 1706 yılında, kısa yazım biçimi olan "prof." ise 1838 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Pek çok ülkede aynı adla anılan Profesör unvanı İngiltere'deki 'Chair' ve 'Reader' unvanlarına denk düşmektedir. Günümüzde bilimsel yetkinliği ifade etmeden ziyade, bir akademik unvan olarak kullanılmaktadır.” Literatürde böyle yazıyor.
Türkiye'de Nisan 2020 yılı itibarıyla, 28.536 profesörün görev yaptığını da belirtmeden geçmeyeyim. Ancak buna karşılık Avrupa basınından DW’nin bir araştırma haberini paylaşmak istiyorum. 2019 yılının haziran ayında yapılan bir habere göre “Türkiye'de üniversiteler ve bilimsel yayınların hızlı artışına rağmen, bunların kalitesi tartışma konusu. Dünyada en çok sahte akademik dergi çıkarılan ülkeler arasında Hindistan ve Nijerya ile birlikte Türkiye de var.” Deniliyor.
“Kuran dinletilen balıklar daha hızlı mı büyüyor? Şeytanla mücadele edecek insanın eğitimi nasıl olmalı?” gibi bilimsel yayınlar tabii ki sorgulanır bir hale geliyor.
ODTÜ bünyesinde 2009'da kurularak Türkiye ve dünya üniversite sıralamalarını yapan URAP'ın (Akademik Performansa Göre Üniversite Sıralaması) koordinatörü, ODTÜ eski Rektörü Ural Akbulut şu şekilde bir açıklama yapıyor: “Dünyada bilimsel makaleler kalite açısından dört gruba ayrılır. Saygınlık açısından ilk yüzde 25’lik dilim en yüksek kalitededir, sonra saygınlık oranı giderek düşer. Son yüzde 25’lik dilim saygın bile denilemeyecek makalelerdir, ya çok az atıf alır ya da hiç almazlar. Bizim araştırmalarımıza göre dünyanın ortalaması genelde ilk ve ikinci yüzde 25 civarında, üçüncü ve dördüncü dilimde dünyada çok az makale var. Türkiye'de ise tam tersi.”
Tabii ki bunları yazarken tüm profesörlerimiz için bunu söyleyemeyiz muhakkak ki ama maalesef bunun eğitimimizde bir sorun olarak da değerlendirebilmeliyiz. Covid için açıklama yapmak için fırsat kollayan profesörlerimizin, “felaket tellallığı” rolüne soyunmalarını da sadece vatandaşlarımızın profesörlere karşı güvensizliğinin artmasına katkıda bulunduğunu söylemek gerekmektedir.
Profesörlerimizi kolay yetiştirememekteyiz ama profesörlerimiz de bu ülkeye üretken bir katkıya sahip olmaları gerekir. Aksi halde elitist bir profesör yapısının ülkeye bir katkıda bulunmayacağını görmek gerekir.
Dostlukla kalın.