Genelde herkes çekilen bu sıkıntıların Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçmemizden kaynaklandığını düşünüyor. Halbuki yaşanan sıkıntıların kaynağı bu değil. Öncelikle bunu anlamak gerekir. Buradaki anlaşılmayı zorlaştıran en büyük faktör Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çok baskın bir karakter olması ve liderlik vasfıyla ülkeyi tek başına yönetiyor gözükmesidir. Halbuki daha “düşük profilli” bir başkan göreve gelse bu sistemin özellikleri de daha kolay anlaşılacaktır.
Bu sistem liberal bir sistemdir. Ve ülkemize liberalizm 1980’den sonra bir şekilde sokulmaya çalışılmış ve bunun son aşamalarına gelinmiştir. Bu sistemde artık geri dönüş olmayacağı gibi, bireysel ekonomilerimiz de bundan çok farklı olmayacaktır. Herkes artık bu duruma kendini hazırlamalıdır.
Bu sistemde bakanlar sadece birer sekretarya görevi yapacaklardır. Yani “Başkan’ın Savunma sekreteri, başkanın eğitim sekreteri…” gibi.
Bu durumda en önemli konu liyakat olacaktır. Yani her bir göreve gelen, göreve getirilen kişi veya kişiler, işlerinde uzman olacak ve de liyakat sahibi olacaktır. Veya en azından öyle olmalıdır.
Bazıları Osmanlı’dan örnek vermeyince pek anlamıyorlar; bununla ilgili Osmanlı’dan da birkaç örnek vereyim. Osmanlı Devleti’nin duraklama dönemi malumunuz 16. Asrın ikinci yarısında başlar. Ve bu dönemle ilgili birçok yazılı kaynak bulunmaktadır. Dönemin aydınları bu durumu “yozlaşma ve bozulma” (tereddi ve tagayyür) olarak nitelerler.
Halep Defterdarı Gelibolulu Mustafa Ali Efendi 1581’de yazdığı “Nasihatü’s-Selatin” adlı eserinde buna sebep olarak “devlet adamlarının niteliksizleşmesini” göstermektedir.
Bosnalı Bilgin Hasan Kafi ise 1595’te yazdığı “Usûlü’l-Hikem fi Nizami’l-Âlem” adlı eserinde, bu yozlaşma ve bozulmaya “Devlet düzeninde eski kuralların terk edilmesinin ve askeri alanda teknolojik olarak geri kalmışlığın” yol açtığını söylemektedir.
Manisalı Defter Emini Ayni Ali, “Risale-i Vazife-haran ve Merâtib-i Bendegân-ı Âl-i Osman” adlı eserinde “tımar sisteminin bozulması, makam sahiplerinin günlük çıkar peşine düşmesi, askeri teşkilatın bozulması, rüşvetin artması, hazinenin boşalması” gibi gelişmelerin Osmanlı Devleti’nde bir buhran yaşanmasına yol açtığını ifade ederken devletin devamlılık için şart olan kurumların (reaya, hazine ve asker) bozulduğunu yazmaktadır.
Göriceli Koçi Bey IV. Murat’a sunduğu risalesinde, bozukluğun köklerini Kanuni Dönemi’ne kadar götürerek, “reaya, memleket ve hazine kaybına rüşvetçiliğin sebep olduğunu” ifade etmiştir. Rüşvetçiliğin artmasını ise niteliksiz devlet adamları ve yöneticilerin varlığına bağlamıştır.
Dönemin alimlerinden Kâtip Çelebi ise “Mizanü’l- Hak fi ıhtiyari’l-Ehakk” adlı eserinde Osmanlı medreselerinin bozulmuş olmasını devletin bir buhran devrine girmesine sebep olarak gösterir. Ona göre medreseler taassup içine düşmüştür oysa âlimler pozitif bilimler ve felsefeye yönelmelidir.
Bu örnekleri Osmanlı tarihinde çoğaltmak mümkündür. Ama sonuç olarak temel yargı aynıdır.
Yine adet yerini bulsun diye burada Mevlana’dan da bir söz yazayım. Mevlana “Asla geçmişte yaşama; daima geçmişten ders al” der.
Hani Mehmet Akif’in bir dörtlüğü vardır:
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey.
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
İşte önemli olan sanırım bu. Tarihten ders almalıyız ancak buna yapışıp kalmamalıyız. Koskoca Osmanlı’yı yıkan hastalıklar bellidir. Buna göre önlemimizi alacağız ve sistemi nasıl daha iyi hale getireceğimizi oturup konuşacağız. Ve önünde sonunda doğruyu bulacağız. Bulmak zorundayız.