Ahlaki yozlaşma kendimizden başlar
Son günlerde gündem hep aynı. Maalesef değişmiyor. Libya ve İran… Arada bir iki zeka eksiği çıkıp, türbanı provoke etmek, Atatürk’e saldırmak adına üç-beş kelime ediyor ama Türk Halkı artık eskisi gibi bu oyunlara gelmiyor. Ne türbanını, ne dinini ne de Atatürk’ü tartıştırmak ve onun üzerinden kavga ettirmek istemiyor.
Bunun dışında genelde hep yazılarımızda yöneticileri, siyasetçileri idarecileri hep eleştiriyoruz. Bu sefer bugün bir değişiklik yapıp Türk Halkı olarak bir de iğneyi kendimize batıralım istedim. Malum toplumlar hak ettikleri biçimde yönetilirlermiş.
Sanıyorum TBMM’de 20. Dönem sıralarıydı. Bir araştırma çalışması yapmışlardı, hiç unutmuyorum. O dönemde özelleştirme çalışmalarının da yoğun olduğu bir dönem. TBMM’ye ziyarete gelen vatandaşlar arasında bir araştırma çalışması yapılıyor. TBMM’ye gelen vatandaşların yüzde 80’inden fazlası kendisine, çocuğuna veya bir akrabasına iş bulmak için geliyor. Ve bunların tamamı bir Devlet dairesinde iş bulmak istiyor. Aynı ziyaretçilerin yüzde 80’inden fazlası özelleştirmeden yana olduğunu belirtiyor.
Yani bu vatandaşlar, “Devlet kurumları özelleşsin ama benim çoluğum, çocuğum veya akrabam Devlet kurumunda çalışsın” diyor. İşte maalesef sırf bu olay bile vatandaşalar olarak bizlerin çok samimi olmadığımızın bir göstergesi.
Bizler kendimiz için, hangi şartta olursa olsun, yasallığına, ahlaki oluşuna, etik oluşuna, suç olup olmadığına, faydalı olup olmadığına bakmadan; sadece şahsi çıkarımıza uygun olup olmadığına bakarak, her şeyi isteyebiliyoruz. İşte zaten sorun da buradan başlıyor.
Kendimiz dışında hiç kimse için iyi bir şey istemiyoruz. Hâlbuki bir felsefi söz vardır “dünyada hiçbir şey kendisi için yaşamaz” diye. Yani açıklamasında derelerin kendi suyunu içemediğinden, ağaçların kendi yemişini yiyemediğinden falan bahseder. Gerçekten de baktığımız zaman maalesef bir tek insan sadece kendini düşünür.
Ve bu kendini düşünme sorunu son zamanlarda öyle bir hal almıştır ki toplumun neredeyse bütününü ilgilendiren ahlaki bir yozlaşma sorunu haline gelmiştir.
İnsanlar birbirlerini dolandırmaktan utanmamaya, ar duymamaya başlamışlardır. Yalan söylemek artık hiçbir sorun teşkil etmemektedir. Haram yemek, ayıp, günah kelimeleri neredeyse lügatlerden çıkmak üzere. Saygı, sevgi, onur, haysiyet, kelimeleri zaten hak getire…
Sabahtan akşama kadar boş boş oturup, hiçbir şey üretme, kurumsal hiçbir faydan olmasın ama ay sonu geldiğinde takır takır paranı iste. Bu bile bir ahlaki yozlaşmanın eseri değil mi?
Kişiye bir bakıyorsun, sosyal medyada mangalda kül bırakmamış; en onurlu, en haysiyetli, en dürüst, en namuslu, en iyi insan ama adamı eskiden beri tanıyorsun belki de tanıdığın en üç kağıtçı tip.
Geçenlerde bir iş adamı dostumla otururken anlatıyor: “Ticareti yabancılarla yapacaksın” diyor. Tabii ki şaşırıyorum bu tepkiye ama izah edince anlaşılıyor. “Müslüman değiller ama dürüstler” diyor. “Çoğu Müslümanlık kisvesi adı atında ticaret yapanlara güvenemiyorsun ama bu “gavurlara” her hâlükârda güvenebilirsin” diyor. Tabii ki arkadaşıma da söylediğim gibi, kişilerin dininden önce ahlakına bakmak lazım. Bu adam Müslüman mıdır, değil midir, diye bakmaktansa bu adam ahlaklı mıdır değil midir, diye bakmak daha doğrudur?
Bu ahlaki yozlaşmayı nasıl engelleyip terse çevirebileceğiz bilmiyorum ama eğer bunu başaramazsak Türk Milleti’nin en önemli unsurlarından birisi olan “ahlak” yapımızı kaybedeceğiz.
Çevremizde bu ahlaki yozlaşmaya odun taşıyan o kadar çok insan var ki, artık bu yozluk içerisinde ahlaksızlıklar fırsatçılık, uyanıklık gibi görünmeye başlıyor ve maalesef halktan da destek görüyor.
O nedenle en önemli şey kendimizi değiştirip, ahlaklı birisi olabilmek. Gerisi, din, dil, ırk, vs. tamamen hikaye…