Dünya üzerinde hangi dine, dile ya da ırka sahip olursa olsun insandan daha kıymetli bir yaratılmışın olduğuna inanmayan yoktur.
Tüm dinlerde kutsal ve asıl olan insandır. Her ne kadar şuan dünyada bana dokunmayan yılan bin yaşasın mantığı hüküm sürse de, ne zaman ki ateş bizi yakmaya başlar, o zaman feryat figan yükselir.
Oysa bu tarihte de defalarca hayat bulduğu gibi bugün yeryüzünde dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun bir insan başka bir insan tarafından zulüm görüyorsa, susup görmezden gelinen bu ateş bir gün mutlaka sizi de bulacaktır.
İçinde bulunduğumuz yüz yılda halen özgürlük, kendi fikrinde olmayan ya da kendinden göreceli bir şekilde farklı konularda daha zayıf olan insanları ezerek, öldürerek, türlü işkenceler ederek ve onları bertaraf etmek olarak algılansa da aslında tüm vicdanlarca bilinmeli ki, “Özgürlük, istediğimiz şeyi yapma hakkı değil, istediğimiz düşünceye sahip olma hakkıdır.”
Batı medeniyetleri yüzyıllar boyunca İslam ülkelerine türlü işkenceler uygulamış ve halen uygulamaktadır.
Bir yaratıcıya inanmak şöyle dursun, göğsünde çarpan kalbin sesini silah sesleriyle bastırmış, olduğundan hep şüphe ettiğimiz vicdanının sesini kanla yok saymıştır.
Halep, Suriye, Irak, Afganistan, Filistin, Bosna Hersek gibi onlarca Müslüman Ülkesinde yaşayan milyonlarca Müslüman, yüzyıllar boyunca gerek toplu katliamlara, gerekse haince yapılan saldırılara maruz kalmıştır.
Dünya üzerindeki bazı sivil toplum kuruluşları, kendi ülkeleri tarafından zulmedilen Müslümanlar için çeşitli kampanyalar, gösteriler düzenlemiş ancak ne bu savaşlara, ne çaresizce umut yolculuklarında okyanuslara teslim olan mültecilere, ne de dilini bile bilmediği ülkelerde sığınmacı olarak yaşamalarına engel olamamıştır.
Ve ne büyük bir çelişkidir ki, bu vahşet hep Müslüman kanını dökmüştür. Müslümanlık başta olmak üzere tüm dinler insanlığı kutsal sayarken bu katliamları gerçekleştirenlerin öncelikli hedefi İslam coğrafyasını yok etmek, eninde sonunda her insanın öleceği bu dünyada toprak, maden ve jeolojik bakımdan kıymetli yerlere sahip olmaktır.
Bu hedef için işledikleri her suçu, uyguladıkları her türlü insan hakkı ihlalini mubah saymaktadırlar.
Akılların idrak etmekte zorlandığı en önemli husus ise, cana kıyanların evlat sahibi olduklarını düşünmek değil mi?
Evlat her insan için aynı önemi taşır. İnsani olarak evlat sahibi olan birinin bir başkasının evladına kıyması elbette ne akla, ne mantığa ne de vicdana sığmaz.
Deniz kıyılarına vuran bebek cesetleri, umut tacirliğine bile kapıları sonuna kadar açan kaçak göçmenlerin vahim sözünün bile yetersiz kaldığı durumları, annesinin cesedi altında küçüklüğüne bir de masumiyeti eklenen cansız bedenler, ya da can vermek üzere olan evladının başında çırpınırken kaldırdığı ellerini acıtma korkusu ile öpen annelerin çaresizliği…
Bunlar sadece bizim mi canımızı yakıyor?
Sokaklardaki cesetlerin arasından çocuklarının elinden tutup geçirmeye çalışan annenin “Çok şükür benim evladım hala sağ” duası kan kusup kızılcık şerbeti içmek değil mi?
Peki avladığı geyiğin karnından çıkan yavrusunu yemeyip kenara bırakan, sanki pişman olduğunu lisanı hal ile anlatan aslan mıdır hayvan olan?
Kime göre, neye göre?
Bu minvalde Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 yılında hazırlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin, İslam Coğrafyası için aslında anlamını yitirmiş Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanmaya devam eden bu oluşumun tüm dünyada ve İslamiyetin öngördüğü biçimde tüm insanlık için adaletle işleyeceği günlere ulaşması gerekir.
BARIŞ VE YAŞAMA HAKKININ ÖNCELİK SAYILMASI, insan olabilen herkesin tek dileği olmalıdır.
Yani yukarda da belirttiğim gibi; Bize Biraz “İnsan Olabilmek” Lazım…!
Ne dersiniz sizce de öyle değilmi?